Adamın birinin üç tel saçı varmış. Berbere gider ve saç tıraşı olmak ister.  Berber, üç tel saçı kesmek için adama sorar, nasıl tarayacaksın?

  Adam gayet sakin. Birini sağa, birini sola diğerini de arkaya.

    Berber büyük bir özen ile tıraşa başlar ve üç tel saçın bir telini koparır, telaşla adama sorar, özür dilerim ama saçınızın bir teli koptu, nasıl tarayacaksınız ona göre keseyim, der.

   Adam yine sakin, birini sağa, birini sola.

   Berber yine büyük bir özenle eline makası alır ki, üç tel saçın birisi daha kopar. Utangaç ve sıkılarak adama yeniden sorar:

    Çok özür dilerim, saçınızın diğer teli de koptu, ne yapayım?

    Adam bu kez çok kızar ve "bırak kardeşim, dağınık kalsın!.."

    Henüz kafam da üç telden fazla saç var ve "Tokadan başka da bir şey takmamayı" da öğrenmeye çalışıyorum.

    Telefonumda bir şeyler ararken, telefon rehberine bakarken, kayıtlı isimlerini de, öylesine bir gözden geçirdim.

   Oooo ne isimler ne isimler var.

   O kadar ismin içinde bir isme gözüm takıldı.

   Güneydoğulu, Ankara'da yaşayan ve isim fihristinin en başında üç harfli bu kişi, Antalya'dan hem avukat hem de milletvekili olan çok değerli bir Ağabeyimin yakını idi.

    Nasıl tanıştığımızı çok net anımsamıyorum ama bürokraside "bıçağımızın keskin" olduğu zamanlarda tanışmıştım.

    Hatta hayatını kurtardığımı söylediğini, bugün unutmuştur bile.

    Neyse, ona yaptıklarımın sayısını ve içeriğini geçeyim ama bir gün bir telefon, arayan o üç harfli tanıdık idi.

    Almanya'da yaşayan,  geniş bir kesim yurttaşımızın üyesi olduğu bir derneğin yöneticisi olan o yakınını, hemşerim olan bir parti Genel Başkanı ile de tanıştırmamı istemişti.

    Ben de olur dedim. Hatta o zamanlar, Emekli Sandığı Genel Müdürlüğünün iştiraki olan “Büyük Ankara Oteli”nde bir sergi açılışı vardı ve Genel Başkan da, sergiyi açacaktı.

    Ben de, orada buluşalım dedim ve buluştuk.

    Genel Başkanı ile tanıştırdım ve çok mutlu oldular.

    Bu arada Ankara'da yaşayan asıl kişi beni arıyor, ben de kendisine tanıdıklık kontenjanından bir takım işler veriyorum.

   O sıralar yurtdışında yaşayan kişi, ara sıra beni de arıyor ve Genel Başkana yurt dışındaki çalışmaları ile ilgili bilgiler yolluyor, ben de Genel Başkana iletiyordum.

   Yurtdışında yaşayan o kişi, zamanla partinin yurt dışındaki bir takım görevlerini üstlendi, temsilciliklerinde bulundu.

    Hemşerim olan Genel Başkan, genel başkanlıktan ayrılınca, yerine gelen genel başkan ise, o kişinin hemşerisi idi. Artık partide ilişkisini doğrudan kendisi yürütüyordu.

    Gün olur yerel seçimler gelir ve ömrünü yurtdışında geçirmiş bu arkadaş, İstanbul'da önemli bir ilçenin belediye başkanı olur.

    Bürokrasi ile mümkün olduğunca az işim olsa da, yerel yönetimler ile nezaket ziyaretleri dışında hiç işim olmaz.

    Eeeee parti ile ilk tanışmayı sağlayan, yakını da benim "çok samimi" arkadaşım olan kişi belediye başkanı seçilmiş, bir "hayırlı olsun" dememek olur mu?

     İşte burada "önemli adam olmak" durumu başlıyor.

     Bizim başkan, hayırlı olsun demek için aranan cep telefonunu açmadığı gibi, sekretaryasından da bir dönüt gelmiyordu.

    Sonra bir gün, başkanın ve değerli dostum, ağabeyim milletvekilinin yakını olan kişi ile karşılaşınca, ona durumu anlattım.

   Onda da bir gariplikler sezdim. Konuşmanın tonu, içeriği değişmiş, kendine bir özgüven gelmiş ki, sormayın gitsin.

    Son zamanlarda çok sık bu durumları düşünür oldum.

    Birçok benzer durumu, kamuda çok önemli görevlerde bulunmuş arkadaşlarımda yaşıyordu. Görevde iken, el pençe divan duranlar, kendileri ya da yakınları bir yerlerde olunca, "çok mühim adam" olup çıkıyorlardı.

   Üniversitede, yönetim ile ilgili bir konuyu tartışırken, hocamın bir bir sözü kulağıma küpe olmuştu.

    "Oğlum, birisi senin kapından ellerini ovuşturarak girerse, ondan kork" demiş ve bazı espriler yapmıştı.

    Ben de bunu bildiğimden, odamda birileri var iken, böyle birisi de gelmişse, "eyvah, yedi sülalem" derdim.

    Çünkü elini, dilini ovuşturarak içeri giren birisi, bunun ezikliğini yüreğinde hisseder ve bunun acısını da, odadan çıkınca, ya bir küfür ederek ya da bir başka şekilde bir, iki hakaret dolu söz ile çıkarır idi.

    Kendi yaşadığım ve arkadaşlarımın anlattığı benzer birçok olay geldi aklıma ve güldüm kendi kendime.

    Ve anladım ki, "ağalık" doğru değil. Bazı şeyleri sıradan bir iş ve işlem gibi yapmanın yerine, iyi, güzel ve yapılanlara değer insanları, hak ettikleri gibi değerlendirmek gerekiyormuş.

    Sonra da bir söz geldi aklıma.

    "Yüz verirsen deliye, gelir sıçar halıya!.." diye.

    Ne yüzler vermişiz kimlere, kimlere!..

    Artık gülüyorum. İyi ki bunlara muhtaç bir durum yok.

    Yoksa, ...... ..... .....!