İnsanlar canlı varlıklardır yerler, içerler, işte o işleri de yaparlar ve yaşar giderler değil mi? Ha, öyle olsun.


Peki bu yaşamak mıdır.


Çoğu kişinin bildiğini sanıyorum; TOLSTOY'un bu sözünü gerçekten çok seviyorum. Bana yaşamayı anımsatır, sevmeyi, acı duymayı, düşünmeyi anımsatır.
"Bir insan acı duyarsa canlıdır. Başkasının acısını duyarsa insandır" dediği. Hoş, ömrümüz hep başkalarının acıları duymakla, o acıları paylaşmaktan tutun da, herkese ya da duyması gerekenlere duyurmak ve çareler aramaya kadar varan çabalar ile geçti.


Pişman mısın derseniz, değilim.


Belki de benim şansım idi, yaşamımda hiç aç kalmak gibi bir kaygım olmadı. Aç kalmadım ama açlar, toklar ve yoksullar için ne yarılmadık kaşım kaldı Jandarma dipçiğinden, ne de sırtımda morarmadık yerim kaldı polis copundan.


Aç kalanlar için yaptıklarım için pişman değilim. Bugün de yaparım. Açlık, kişisel bir sorun değil, bir insanlık sorundur.


Belki çok güleceksiniz ama kaşımı yaracak komutu veren Beytepenin Sadettin Yüzbaşısını asla affetmiyorum da, tüfeğinin dipçiğini vuran askerleri, copunu yiyip sırtımı morartan polisleri vicdanımda affediyorum. Onlar sadece "aç kalmamak için", görevlerini yapıyorlardı.


Peki, aç kalmasın diye adına mücadele ettiklerimiz mi, o konu çok karışık. Onlardan acıyan, halimize gülenler, bön bön bakanlar oldu. Anlayacağınız olanlar oldu geçti. Peki sonuç.


Şunu anladım ki, bazı sorunlar, bazı yaralar gibi öyle pansuman yaparak çözülecek sorunlar değil.


"Askıda ekmek, askıda fatura" gibi günlük geçiştirilecek çözümler ile soruları çözmenin olanağı yok.


Geçen kış, birçok ailenin, kişinin evine gitsin diye askıda ekmek astık, elektrik faturalarını ödedik. Öteki akşam da eve ekmek götürmek gerekti, bir sonra ki ay da elektrik faturası gelecekti, hem de dolar bazlı zamlısı.


O yüzden, bu tür popüler olaylar, sadece sorunu öteliyor.


Askıya ekmek asan emekli, güvence olsun diye aldığı ya da miras kalan ikinci evinin kiracısından ne zamlar istendiği öyküsünü duymayan kalmamıştır.


Belki de onlar da haklı. Anadolu'da bir söz vardır, "Acıma, acınacak hale düşersin" diye.


Bu sözün aslı, her konuşmada muhterem hale getirilen Arap "alimlerinin" boş lafları, çoğu kişinin unuttuğu, unutturulan DEDE KORKUT'UN bu sözüdür.


"Kötülere acımak, iyilere zulümdür. Zalimleri affetmek, mazlumlara zulmettirir!.."


Çocukluk yıllarında okuldan eve giderken, kahvelerde plaklarda çalardı. Müslüm Gürses'in ünlendirdiği, söz ve müziği Bebili Mehmet/ Mehmet Genç'in olan Sevda Yüklü Kervanlar şarkısını.


"Sevda yüklü kervanlar/ Senin kapından geçer" diye.
Yine seçim dönemine girildi.


Partilerin vaatleri. Adayların renkli turları. Gün görmemiş söylemler.
Dostoyevski, o ünlü sözünde, "İlk yapılan yanlışa kaza, İkincisine hata, Üçüncüsüne ise tercih denir." der. Bizler kişiler olarak da, toplum olarak da, kaç üçüncü hatamızı yaptık ve hala akıllanmadık.


Yönetim, bilgi, deneyim ve kişilik gerektiren bir süreçtir. Bir de taraf olmayı gerektirir. Seçtikleriniz, kimin tarafında; siz, kimin taraftarını seçiyorsunuz ya da seçeceksiniz?
Düşünen olur mu orasını bilemem de, "elim kırılsın" diyenin çokluğuna kefil olurum.
Ne uzatıp duruyorum ya.


Pir Sultan Abdal'ın yüzlerce yıl öncesinden sesi geldi aklıma:
"Gönül Niçin Ahvalımı Bilmezsin/ Bende ki Yaralar da Türlü Türlüdür/ Öğüt Versem Öğüdüm Dinlemezsin/ Bendeki Yaralar Türlü Türlüdür
Açma Zülüflerin yellere Karşı/ Bülbül Figan Eder Güller Karşı/ Gel Ağlatma Beni Ellere Karşı/ Bendeki Yaralar Türlü Türlüdür"!..