Raymond, Anti-Lübnan dağlarını donatan sedir ağaçlarının serinliğinden çıkıp gelmişti üniversite dünyamıza. “Re” leri az biraz yuvarlatsa da Türkçesi, akıcı ve müzikaldi. O gün “Size geliyorum, yemek yapacağım; dediklerimi al” diyerek sıralamıştı; “Nohut, maydanoz, limon, tahin.” Akıl sır erdirememiştik bu karışımla yapılacak olan yemeğe.
Raymond mutfağımıza girip kapısını kilitledi, uzun süre sonra çıktı; sofrayı kurdu. Biz yemeği tadarken ışıltılı ela gözleri üstümüzde, “Biz” dedi, “humusu böyle yaparız.”
Raymond denli, yurdunu seven bir başka insan olamaz. “Ne zaman ki, Avrupalılar işin içine girdi, Lübnan’da düzen bozuldu. Beyrut bir kârhane ve kumarhane kenti oldu. Sedir ağaçlarımız kestiler, kerestelerini taşıdılar Avrupa’ya, halkımızı ikiye, üçe böldüler: Katolikler kıyılarda, Dürziler dağlarda; geri kalanlar dünyanın dört bir yanında.
Emel Şia’sı ile Dürzi ağaları Londra’ya yamandı, Katolikler Fransa’ya. Birbirlerini yediler ve onlar fark etmeden Yahudileri taşıdılar Filistin’e ve Anglo-Amerikan ileri karakolu işe girişti.”
Raymond o Ekim 1970 akşamında Keçiören’in uzak tepelerine dalıp gitmişti bir süre ve “Yurduma bir daha barış gelir mi?” diye sormuştu.
“O nasıl söz Raymond? Emperyalistleri yeneceğiz ve senin yurduna da barış gelecek!”
İşaret parmağıyla dudağının üstüne inen bıyıklarını çapkınca yanlara süpürürken gözlerini kısmış, “Mustafa” diyerek eklemişti:
“Emperyalizmi yenmek için önce ulus olmak gerek! Bunun içinse, din, ırk, köken ayırt etmemek ve dünyanın dört bir yanında sosyal adalet için savaşmak ve…”
Sözünün gerisini getirememiş, birden çantasına uzanıp çıkardığı flütünü çalmaya başlamıştı. Günün ezgisi işçi mahallemize dağılırken, çalmayı bırakıp söylemeye başlamıştı: “Gurbet içimde bir ok / Her şey bana yabancı”
Ne zaman yurdundan söz etsek, Raymond flütüne davranıp aynı şarkıyı çalıp söylemeye başlar; sesi gittikçe kırılır, gözyaşlarını gizlemek için başını göğe kaldırırdı.
Aradan 36 yıl geçti. Raymond haklı çıktı. Lübnan’a giren girene. Lübnan halkı ulus olamadı. Eskinin Dürzi-Maruni çatışması yerini, önce Falanjist-Şii çatışmasına, daha sonra da Humeyni’nin kurup yönettiği Hizballah ve ötekiler çatışmasına bıraktı. Falanjistleri Batılılar ve İsrail yönetimi, Hizballah’ı ise İran destekleyip yönlendirdi. O arada Lübnanlı yurtseverlerin din ayrımsız sürdürdükleri savaşımından söz eden olmadı.
Beyrut yıkıldı. Yıllar akıp geçti; Lübnan’da Amerikan deniz piyadeleri, sonra Suriye ordusu. İsrail, Lübnan’a yerleştirilen Filistin örgütlerinin yerleşim yerini bombaladı, o arada binlerce kadın, çocuk öldürüldü.
Derken güç bela bir barış ortamı oluştu. ABD, Hizbullah ile anlaşıp onları meclise soktu. Barış geldi derken, ABD Irak’a girdi. Arkasında AB desteğiyle, Suriye’yi tehdide başladı. Suriye muhalefetini Washington’da örgütlediler. Suriye kuzeyinde Kürtleri kışkırtmaya yöneldiler. Derken Lübnan’da Hariri’ye suikast ve Birleşmiş Milletler baskısıyla Suriye ordusu Lübnan’dan çıkartıldı.
Bu arada, bizdeki ‘assetler’ [CIA bağlantılı kadrosuz ücretliler] başı çekti ve Suriye devleti suikastçı olarak kınanıp durdu. Sivil örümceğin baş aktörü Washinghton-İstanbul hattının hızlısı ARI Derneği önderliğinde İstanbul konferansı yapıldı; Suriye, İran, Azerbaycan muhalifleri, T.C Dışişleri katıldı.
Çok geçmedi, yüz yıllardır Filistleri katlederek Filistler ülkesi Filistin’i ele geçiren Araplar, sengin Arap krallıklarının, Şeyh devletlerinin güdümünde her bağımsızlık örgütlenmesini ezdiler. İsrail, İran Ayetullahlarının uzantısı Hizballah’ın uzaktan attığı roketlerle süren saldırılarını durdurmak için saldırdı ve Lübnan kıyı kentleri bir kez daha yıkıldı.
“Uluslararası Barış Gücü” etiketiyle Batılılar, Lübnan’a girdiler. Müslüman-Hıristiyan çatışması, ya da Haçlı işgali görüntüsü olmasın diye de Malezya, Türkiye gibi ülkelerden sembolik kuvvet istiyorlar.
Böylece Ortadoğu işgalini tamamlayacaklar. Yıllardır “Doğu Akdeniz’in Güvenliği” dedikleri işte budur! Sonra sırada İran!...
Oyun çok önceleri kuruldu. Şimdi yeni bir koalisyon oluşturuyorlar. Türk ordusu fazla görünmeden, limanlarımızı, Güneydoğu’da planlanan askeri üslerini kullanacaklar. Bütün bunlar, Türkiye hükümetlerinin ve TSK’nin bilgisi dışında olamaz.
Lübnan’a TSK birliğinin gitmesine karşı çıkanların önemli bir bölümü, “Araplar bize düşmandır; Lübnanlılar bize düşmandır” gibi satırlar karalıyorlar. Sanki oralara gittiler de, Lübnan halkıyla görüştüler.
Hem ‘anti-emperyalist savaşım’ diyorlar, hem de alttan alta ırkçılık yapıyorlar. Oysa “58 Gün” kitabına ilham veren Beyrutlu Esnaf, 2003’te “Görmüyor musunuz? Amerika şimdi Irak’ta, yakında Suriye’ye girecek, Güneyden İsrail bir kez daha geliyor. Türkler bir şey yapmayacak mı?” diye soruyordu.
Osmanlı döneminin hesabı var diyenler unutuyorlar ki, Kumandan Mustafa Kemal’in anti-emperyalist savaşını zaferle bitirmesine ve çağdaş T.C’nin kuruluşuna duyulan saygı ve gurur Lübnan’da da yaşamaktadır.
Raymond Naimi’ye ne mi oldu? Üniversiteyi bitirdik. Lübnanlılar tanıdım yıllar içinde, Naimi ailesini sordurdum Beyrut’ta yaşayanlara. İzlerini bulamadık. Ne zaman “Gurbet içimde bir ok!” şarkısını duysam, bir yanım sızlar. Lübnan halkı ulus olmasın, diye hem batılılar hem de doğulularca yapıla gelen ahlaksızlığı anımsarım.
İnanıyorum ki, gün olacak hep birlikte savaşacağız hem oralarda hem buralarda ve yayılmacıları, soyguncuları gömeceğiz Akdeniz’in sularına. Hem de din-dil-ırk ayrımı yapmadan gömeceğiz. Türkiye’ye karşı her tür melaneti destekleyen Suriye yönetimleri ve İran Ayetullah tiranlarıyla işgalcilerin maşası Kürt beyleri de Türkiye’deki işbirlikçileri de paylarına düşeni alacaklar.
Türkler Anadolu’da egemenliklerini yitirmelerse, “gurbet içimizde bir ok” olmayacak! Lübnan dağındaki Rayak istasyonunda birer kahve içeceğiz. Kumandan Mustafa Kemal’in yürüdüğü bağlara yürüyeceğiz. Belki Raymond’la, belki abu-Haydar ile, belki de Ömer Abu Murad ile, Nebil ile...Ankara, 4.9.2006,
* M. Yıldırım, Savaşmadan Yenilmek, 2. Basım, 2006