Doğada olan her şey, doğası gereği iyi ve güzele proğlanmıştır. 

     Bu, böyle olmasa hiç bir canlı doğup da büyüyüp, meyve/ ürün verip, yaşayıp dönemini tamamlayıp sonsuzlukta yerini almazdı.

     Peki her şeyin bu kadar iyi ve güzele proğramlandığı bir süreçte, neden iyiler kadar kötüler ya da iyilik kadar da, kötülük var.

    İşte burada yaşam, yaşamak diye bir durum ortaya çıkıyor. Bu yüzden Ali Demirsoy hocanın o sözünü sık sık anımsarım.

    "Yaşamak, savaşmaktır."

   Doğada bütün canlılar dost oldukları kadar, birbirlerinin "can düşmanıdır" da!..

   Her canlının doğada kalmak gibi bir amacı da vardır. İşte burada çelişki başlar; yaşamda kalmak, yaşamak için canlılar aynı  ortamda yaşıyorlar ve birinin varlığı diğerinin varlığına fazla, gereksiz hatta birisi diğerine yem olması gerekiyor ise, canlının birisi için yaşam şansı kalmamış demektir.

    Bu aynı zamanda "doğal seleksiyon",   evrim demektir.

   Peki bütün bunlar olurken, hatta yasamak savaşmak ise, mutluluk nerede, diye sormak gerekmez mi?

     Elbette, sormak gerekir.

    İşte mutluluk burada; kazanmakta, başarıda yatıyor.

    Olayı insan açısından alacak olursak, olay bir başka yöne evriliyor.

    İnsan doğası gereği zamanla evrimleşerek, toplumsal bir varlık oluyor.

    Bu Maslov'ın ihtiyaçlar hiyerarşisinde tanımladığı gibi, yaşamsal önceliklerine göre bir sıra izliyor.

    Bütün bunlar, öncelikle insanın tekil olarak, daha sonra da toplumsal olarak iyiliği, güzelliği ve mutluluğu için gerekli şeyler.

    İnsan için, mutluluk bulaşıcı bir şey olduğu kadar, toplumsal roller iyi, güzel ve yerli yerinde planlanıp yapılmadığı sürece de bu kez;

    "İnsan, insanın kurdu" oluyor.

    Peki bu kadar uzlaşmaz çelişkiler neden?

    En başta insanın, toplumsal bir varlık olduğundan söz etmiştik.

    Toplum ise sosyal, siyasal, yasal etik gibi bir çok konuda örgütlenip, düzenlenmesi gerekir.

    Nasıl toplumsal yapının en küçük örneği aile ve bu bile kendi içinde kurallar, gelenek, görenek gibi tanımlamalar içeriyor ise, toplumun da benzer bir yapılanmanın içinde olup, örgütlenmesi, yapılandırılması gerekir.

    Bu rol ilk çağlardan bu yana aileler, aile büyükleri, aksaçlılar tarafından üstlenilmiş  ise de, özellikle de feodal düzenden, kapitalist düzene geçilmesi ile birlikte, daha üst bir yapıya gereksinim duymuştur.

    Bu da DEVLETTİR.

    Günümüzde, genel olarak toplumun, özel olarak da insanların mutluluklarının en baştaki sebebi devletten kaynaklanır.

    Devlette bunu kendisini yöneten iktidar kanalı ile sağlar.

    İşin ilginç tarafı ise, iktidarı da halk, yurttaşlar seçer.

   Yaz aylarında güney, turistik sahillerde dolaşanlar görmüşlerdir, çok uzaklara gitmeye gerek yok, özellikle ülkemizin komşusu ülkelerden gelen bir çok sıradan turistin mutlu, huzurlu ve güvenli tavırlarını. 

    İşte bunun kaynağı, onlara bir başka ülkeye gidecek kadar ekonomik, kültürel ve sosyal güvenceyi veren şey, onları gönderdiği kadar, döndüklerinde aynı güvenli ortamı sağlayacak bir devletlerinin olmasıdır.

    Bizdeki bir çok yurttaşın bunları görünce imrenip, biz kapıdan dışarı çıkamaz iken, bak bunlar geziyor diye, serzenişi doğrudur ama burada kişi, "çuvaldızı başkasına bastırırken, iğneyi de kendisine bastırması" gerekiyor.

    Madem o kadar badirelerden sonra böyle bir devlet kurulmuş, hem de tüm Dünya'nın imrendiği;

     Biz, buna(devlete) neden adam gibi sahip çıkmadık diye sorgulanması gerekmez mi?

    İşte burada,  Sen, Ben, O ayrımından önce , BİZ olmayı becermeliyiz.

    İşte o zaman bulaşıcı olan mutluluk ortalığı kapsayacaktır.

    Hani derler ya, "kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya da hiç birimiz" diye;

    İşte bu güzel ülkeye, devlete ve millete bir olup sahip çıkmadığımız sürece,

     Mutluluk yok tek başına ya hep beraber ya hiç birimiz!..

    Ne dersiniz?