Ne kadar yaygındır bilemem ama, bu günlerde yaşananlara uyan bir söz geldi aklıma. "Biz halk olarak önce, put yapar taparız, sonra da tepeden aşağı atar, bakarız!" diye.


Gerçekten de aklımızı yediğimizi bir gün anlayacağız ama iş işten çoktan geçmiş olacak. Arkamıza baksak rezalet, önümüzde aşılmaz dağlar, tepeler, kendi sorunlarımız yetmezmiş gibi, bir de dünya emperyalist sistem düzeninin yeni paylaşım savaşı öncesi salvoları.


Tam Hasan Hüseyin Korkmazgil'in dizelerindeki gibi.


"Öyle bir yerdeyim ki, Ne karanfil ne kurbağa, Öyle bir yerdeyim ki, Bir yanım mavi yosun, Çalkalanır sularda, Dostum dostum güzel dostum, Bu ne beter çizgidir bu, Bu ne çıldırtan denge, Yaprak döker bir yanımız, Bir yanımız bahar bahçe.”


Dünya, 20 yüzyılın başından sonra, 21. yüzyılın başında da biz insanlığa bu salgın hastalığı lanetini armağan etti.


Hoş, hak etmiş de olabiliriz bu Coronavürüs belasını bilemiyoruz ama durum ciddi. Üretim durdu. Reklam arası yaşanır gibi yaşam.


"Cahilleri seven" rektörlerini atayanların yönettiği bir dönemde, okula başlayan çocuklar ile birlikte aileler şokta. Öğrenciler, sanal dünya gibi sanal eğitime de sanal yaşamaya başladılar yaşamlarını.


Sağlık, hizmet ve üretim sektörlerinde çalışanlara, emekleri için sonsuz teşekkürler. Ama, haberlerin çoğu siyasilerin "mış gibi" tiyatrallerine ayrılmış, kalanları ise, çoktan borsayı ayakta tutma ilizyonları. Çalışanlar, sorunları kimin umurunda, "paralarını alıyorlar ya!.." Ya insan yaşamı kaç para ki? İnanılmaz.


Dünya piyasalarının değerinin %30'undan fazlasının "köpük" olduğundan söz ediliyor. Ödediğimiz, sahip olduğumuz her şeyin %30'una boşuna, "havaya para ödüyoruz". Peki sebebi biz miyiz?


İyi de bize başkalarının sebep olduğu bu bedeli, sebep olanlara ödetecek iken, biz ne yapıyoruz. Kocaman bir hiç!..


Her zamanki gibi, cambaza bakıyoruz. Birbirimize "ağalık yapıyor", laf kalabalıkları arasında dolaşıp duruyoruz.


COVID-19 ilk günleri, büyük bir panik yaşamıştık. Öldük, öleceğiz. Ona da, ölümlere de alıştık gibi. Ne garip.


Sokaklarda yürüyenlere, marketlerde, ödeme yaparken, toplu taşım araçlarına binerken arkanıza önünüze bakın, "sosyal mesafe" bu mu olmalı diye de bir düşünün bakalım.


Uyanık işletmeciler ile kendini "çılgın sananıp" eğlence mekanlarında saçmalıklar yapanları yazmaya bile gerek yok.


Gerçekten anlamadığım şey şu.


Bilinçli, eğitimli bir insan isek, o zaman neden "insan"a saygı duyup, karşımızdakine saygılı olmuyoruz?


Alçak gönüllülüğümüz tutsun. Biz eğitimli, orta halli, halim selim insanlar olarak terbiyemiz ve karşımızdakilere, saygımız gereği, onlardan bir şey beklemeyelim. Eyvallah!


Gerçekten, yürekten inançlı ve Allah korkusu taşıyanlara, şu soruyu sormak isterim, "Kul Hakkı" nedir sizce?


Kul hakkı sadece alışverişlerde geçerli değildir. Eğer bir toplum içinde yaşıyor isek, konu-komşumuzdan tutun da, ilişkide olduklarımızdan yolda yürüdüklerimize, hatta hatta seçimlerimiz ile mağduriyetine sebep olduğumuz masum insanlara kadar, herkese bir vicdani sorumluluğumuz olmalıdır.


Kim ne alır, orasını bilemem ama, ben özellikle bu vicdani ve insani konularda hassasiyet taşıdıklarını düşündüklerime, anlayacakları dilden bir hadisle seslenmek isterim


Peygamber bir gün ashabına (konuşmasında bulunanlar),


"Müflis kimdir, biliyor musunuz?" diye sorar.


"Bizim aramızda müflis, parası ve malı olmayan kimsedir", derler.


Bunun üzerine de:


"Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyamet günü namaz, oruç ve zekat sevabıyla gelip, fakat şuna sövüp, buna zina isnad ve iftirası yapıp, şunun malını yiyip, bunun kanını döküp, şunu dövüp, bu sebeple iyiliklerinin sevabı şuna buna verilen ve üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilip sonra da cehenneme atılan kimsedir." der.


Bu yüzden, konuşulduğu zaman, bu toplumun ezici çoğunluğunun müslüman olduğundan söz eder de, bir müslüman gibi davranmayı sadece namaz, cami ve tarikat şeylerine itaat etmek olarak bilirler.


Oysa vicdanlı insan, yaptığı her şeyden kendini sorumlu tutan kişidir. Altlarındaki son model lüks araçlar ile arka sokaklarda görmedikleri insanlar için vicdanları sızlamayanlara, kabarık cüzdanlılardan ve cahil sevenlerin iki kelam etmelerini beklesek nasıl olur ki!


Nedense, insanlığımızı inançlarımız ile ölçmeyi pek severiz.


Yıl 1971'dir. Darbe olmuş yazar, şair ve politikacı Kemal Burkay, o yıllar ve daha sonrası da askeri cezaevi olarak kullanılan, sağlı sollu gençlere işkencelerinden söz edilen Mamak Askerî Cezaevindedir.


Hapishanedeki ranzasından görünmeyen dışarıya şöyle seslenir.


"Geldiğimizde otlar yemyeşildi/ ve kuzeydeydi güneş/ Kömür deposu boşaldı işte/ Mamağa sonbahar geldi./ Güneş altında tutsaklar/ geçen sonbahara bakıyorlar/ şirin mi şirin gecekondu evleri/ Samsun asfaltında otomobiller/ ne güzeldir yollarda olmak şimdi..."


İşte insan olmak, "Mamak Türküsü" gibi bir şey.


İnançtan, etnik kökenden, siyasi düşünce farklılığından kendimizi uzak tutup, insanların yanı başına oturarak; soğuk, karlı ayaz kış gecelerinde yaşamlarını ısıtsak, yanlarında olsak ne güzel olurdu.


İnsan olmak, bir insanı sevmekle, onu düşünmekle başlıyor. Onların varlıkları ile varsıl, yoklukları ile de yoksullaşıyoruz, Farkında mısınız?