Sözüme başta Annem ve Babam'a, sonra Ninelerime, aile büyüklerime, çocuk yaşta "adam yerine" koyup nasihat eden yaşlı amcalara, dedelere, bu yaptıkları için sonsuz teşekkür ederek başlamak istiyorum.
Son zamanlarda yaşananları görünce, geleneksel bir ailede yetişmiş kişi olarak kendim ve bana bu eğitimi veren çevrem ile gurur duydum. İyi varlar ve iyi ki var olmuşlar.
Ninelerim boş vakitlerinde evin balkonunda otururken, dizlerine yatırırlar ve başlarlar bize masallar, öyküler anlatmaya, sonun da da mutlaka bir kıssadan hisse çıkardı.
Bizim köye, ne M.Ö 300'lerde yaşamış Ezop, ne 17 yüzyılda yaşamış La Fonten gelmiştir. Ninelerim de onları tanımazlar. Ama anlatılanlardan sonra öyle öğütler verirlerdi ki, anlatamam, Ezop da, La Fontaine de solda sıfır kalır.
Ama ben Ninelerimin ne olduğunu bir kez daha Ahmet Arif'in dizelerinden anlıyorum, hem de gözlerim yaşararak, gururla.
Şu sese bakar mısınız,
"Beşikler vermişim Nuh'a/ Salıncaklar, hamaklar,/ Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,/ Anadoluyum ben,/ Tanıyor musun?"
Evet, ben ANADOLU'YU her geçen gün biraz daha iyi tanıyorum.
Soylusu ile, soysuzu ile.
Haa, bu arada bu ninelerim, dedelerim birilerine kızdıklarında ne derlerdi bilirmisiniz? En büyük küfür, kötü söz, "SOYSUZ" idi.
Bu arada kötü bir şey yapacaklara da, yapmasınlar diye de, "SOYSUZLUK YAPMA!.." derlerdi.
Ne muhteşem sözler, deneyim ve benim için de ne büyük ders.
İslam inancına göre, "MÜLK ALLAH'INDIR!.."
İslam inancı ve hukukuna (fıkıh) göre islam bilginleri bu konuyu tartışsın ama bir de konunun Anadolu'da algılanması ve uygulanması vardır. Beni, orası ilgilendiriyor.
Hatta, her cenahın dönem dönem muteber ismi Ahmet Hakan, 3 Mart 2006'da Hürriyet Gazetesinde yazdığı bir yazıda:
("Esas meseleye, yani mülk Allah'ındır meselesine takılalım.
Ve "Kemal Abi"ye (Kemal Unakıtan) şöyle seslenelim:
Madem mülk Allah'ındır ve sen emanetçisin Kemal Abi...
O zaman emanet sayısını artıracağım diye neden çırpınırsın da hem kendini, hem de memleketi üzersin.")
Geleneksel Anadolu töresinde, mala mülke pek itibar edilmez. O yüzden, alır başını gidersin dağlara.
Türklerin (Türk kavramı, millet anlamındadır) müslüman olmadan önceki yaşamları doğa ile iç içedir. Bu yüzden Daldaloğlu 18 yüzyılın sonlarında şöyle haykırır:
"Ferman padişahın dağlar bizimdir!.."
Bizim tarihimizde Vakıf süreci, Osmanlı ile başlamıştır.
İslam tarihinde ise ilk vakıf ve süreci, Hazreti Ömer'in Hayber'in fethinden sonra ganimet olarak kendisine düşen bir arazinin satılmaması, miras bırakılmaması ve hibe edilmemesi şartı ile fakir, köle, misafirlerin, yararlanması için kurulan yapıdır ve bu ilk vakıf olarak kabul edilmektedir.
Başka kılıflar bulunsa da, "Mülk Allah'ın" ise, Allah'ın adına da bu mülklerin adil kullanılması ve işletilmesi gerekmektedir.
Bu yaklaşım, "KAMUCU" yaklaşımlar ile de örtüşmektedir.
Kamu, (hep, herkes, bütün, bir ülke halkının tümü, halk.) demektir,. Kamu Hizmeti ise, halka hizmet götürmek ve bu hizmeti devlet organları aracılığı ile götürmektir.
Konu dağıldıkça, kafalar da karışmaktadır.
Eğer derdimiz devletimiz, milletimiz, yurttaşlarımız ve sonunda da ülkemiz ise, o zaman ortak bir ses vermek zorundayız.
O da, ancak KAMU HİZMETİ verilmesi, Devletin şefkatli kollarında olunması ile olur.
Hatırlar mısınız bir zamanlar bir NEFES filmi vardı ve Komutan askerine şöyle seslenmişti:
"Sen de ölürsün! Uyursanız…, ...., uyursan ölürsün! Sen uyursan, herkes ölür! Uyursan ölürsün! Ölürsünüz! Sen uyursan ölürsün!".
Gel de "Osmanlı Torunu" olduğunu sananlara, Şeyh Edebali'nin Osmanlı Beyliğinin/ Devletinin kurucusu Osman Gazi'ye: "İnsanı yaşat ki Devlet yaşasın. " dediği öğüdünü anlat.
Her ne kadar asıl amaç farklı olsa da, dünya genelinde 17-18'inci yüzyılda yaygınlaşan Ulus Devletlerin gerekliliği her gün biraz daha ortaya çıkmaktadır. O yüzden Devlet, ve devlet kurumlarının önemi gittikçe önem kazanmaktadır.
İste devlet malı, ister kurumsal vakıf valı olsun sonuçta bir KAMU HİZMETİ sunmaktadırlar, bu süreç özenle takip edilmelidir, yoksa tarikat ve cemaatlerin insafına bırakılan dernek ve vakıflar ise gelinen süreç, amaç ve uygulamalarını kendilerine bırakarak, devletin ve milletin geleceğine pek de hayırlı sayılacak sonuçlar üretmeyeceği açıktır.
Bu tür kurumlar, devlete ve millete olan güveni azaltacaktır. Devletin ve milletin varlığını sorgulayacak noktalara kadar götürecektir.
O yüzden herkesin "titreyip, kendine dönmesinde yarar vardır".
Yoksa, olacakları düşünmek bile mümkün değil.
Yok diyenlere de "EDEP YA HU!.." demekten başka söz yok!..