Ankara
cadde ve sokakları gündüzleri, ayak izleri üst üste yığılarak uzar gider. Geceleri ise, siner yaslı yorgunluğu ile
kuytulara.
Birlik mahallesi, zirvekent dolayları.
Gece yorganını çekmiş üstüne, sokak lambalarının ve ay ışığının aydınlattığı
cadde ve sokaklar neredeyse bomboş. Tek tük işinden gelip gidenler, bir de çöp
toplayıcıları var ortalıkta, gecenin ıssızlığına dokunan.
Büyük bir sitenin kapısından telaş ile çıkan
orta yaşlı bir kadın, ıssız sokaklardan otobüs durağına doğru çantasına
sarılarak yürüyor ve görebildiği hareket eden tek şey karton toplayan çocuklar
idi.
Kirli elli, yüzlü çocuklar eskiden
güneydoğunun Kürt çocukları idi, şimdi ise orta doğunun
"özgürleştirilen" aç, açık ve
sefil Suriyeli çocuklar idi.. Yoksulluk ve sefalet, oralarda da kapı komşusu
idi, buralarda da. Sadece tercih, çöp baronlarının kimi seçeceğinde idi. Tabi
ki, kim daha ucuz ise, en gözde o idi.
İki çocuk karton ve pet atıkları toplarken
bir yandan da etraflarına bakıyorlardı. Telaş ile otobüs durağına giden kadının
gözü ise gelecek belediye, halk otobüslerinde idi. Mübarek olasıcalar, vakit gençleştikçe, ne
bulunmaz olurlar ki, sormayın gitsin.
Atık toplayan çocuklardan birisi büyük bir
umut ile kadına doğru doğru koşuyordu. Kadın ise çocuğu görmüş, duyduğu,
okuduğu hikayelerin etkisi ile çantasına bir az daha sarılmıştı. İçinden, koşarak gelenin kendisine
saldıracak, çantasını kapıp gideceğinden hiç şüphesi yoktu..
Çocuk kadına birkaç adım ötede durdu ve Arapça
bir şeyler söyledi. Kadın eli ile anlamadığı cümlelere yok, yok diyerek yanıt
veriyor ve çocuğun yaklaşmasını istemiyordu.
Her ikisi
de kaldırımda durmuştu. Çocuk, sadece ekmek yok, açım diye biliyordu.
"Aç" sözcüğü, çocuk ile kadını göz
göze getirdi. Henüz 8-9 yaşlarında çelimsiz bir çocuktu kadının korktuğu.
Birden, düşündüklerinden, kendinden utandı.
Küçücük bir çocuk ve aç. Ama çocuk çoktan geri dönüp koşarak gidiyordu.
Utandı. Kendinden. Yaptığından. Olanlardan ve
aç bir çocuğa yaptıklarından. Yine de çantasını açmaya cesaret edemiyordu.
Elini mantosunun cebine attı ve belki otobüs için gerekli, olur diye
bulundurduğu demir paraları buldu cebinde.
Çocuğa var olan gücü ile bağırdı. Gel gel
diye. Çocuk, gelip anladı mı bilinmez ama sese kulak vererek kadına kadar geri
koştu. Kadın da cebinde ki bir kaç lirayı çocuğa verirken, çocuk ile göz göze
geldi. Halsiz, bitkin gözler ile kadına
minnet ile bakıyordu.
Kadın, kendisine saldıracak olma düşüncesinden, bu yaşta bir çocuğun aç
bilaç çalıştırılıyor olmasından ve de verdiği, ancak bir kuru ekmek
alınabilecek paradan utandı. Utandı. Utandı.
Keşke daha fazlası olsaydı cebimde diye
düşündü. Oysa çocuk parayı alıp çoktan
uzaklaşmıştı bile.
Kendi korkusu, çocuğun aç gözler ile
yalvarır ve çaresiz bakışı geldi aklına.
Bir kez daha utandı. Kendinden. Olanlardan ve utanmaz insanlıktan.
Yaşlı gözler ile bindi otobüse. Yarısı dolu otobüsün yolcuları, son binen
kadınının ağlayan halini çok merak etmişlerdir. Dolana dolana sokaklar
arşınlanacaktı nasıl olsa.
Kadın etrafına bile bakmadan yüzünü, gözünü
sildi, çantasında taşıdığı su şişesinden bir kaç yudum içti. Yanına oturduğu iyi giyimli esmer kadın,
aksanlı şivesi ile kadına ne oldu diyebildi.
Birisi ile bir şeyler paylaşmazsa ölecek
gibi olan kadın, konuşmasından yabancı olduğu belli kadına olanları anlattı.
Birlik mahallesi, Kızılay yolu ne kadar da
uzakmış meğer. Yabancı genç kadın savaş
ve karışıklar sebebi ile ailesi ile Suriye, Halep'ten kaçanlardan idi.
Halep'te varlıklı bir ailenin kızı iken
savaş ve karışıklar sebebi ile her şeylerini kaybetmişlerdi. Şam Üniversitesi’nde
de mühendislik bile okumuştu. Ama burada, ancak bir şirketin çay, kahve gibi
ayak işlerine bakıyordu.
Yol boyunca Halepli kadın anlattı da
anlattı. Konuşacağı ne çok da şeyi vardı ama yol bitmiş, kadın ineceği durağa
gelmişti.
Para verdiği çocuğun gözleri, kadının
anlattıkları ve Şam ve Halep ile ilgili bildiği, duyduğu sözler aklına
geldi.
Bir kez daha ağladı indiği duraktan,
evinin kapısına kadar.
Ah be orta doğu, aklımızı, paramızı, her
şeyimizi alıp, yollarda biri birimizden korkar olduk. Aç, sefil bırakmak mı
senin görevin bizi?
Halep'te
başka bir acı, Halepli ile Ankara'da başka bir acı.
Sonra bir türkü geldi aklına.
"Acılar bizi tez büyüttü, /genç olmuşum
şu dünyada ne fayda" diyerek kapısını açtı, evine girdi ve koltuğunun
üstüne mantosu ile kendini attı.
Uyanıp, televizyonu açıp, içinin biraz daha
acımaması için sabaha kadar uyudu uyudu uyudu. Bu sefil dünyada bir daha
uyanmamak istercesine.