Bazen dalıp dalıp gidip, canımı sıkacak şeyleri bulup onlara takılsam da, yaşamayı seviyorum, hem de doya doya.

Tabi herkesin sevgisinin herkesten farklı olabileceği gibi, sevgiye bakışı da farklı olabiliyor. Dün "sevgi/sevgililer" günüydü, epeyce bilgimiz, kültürümüz arttı, artık sevginin reklam ve yazın bölümünü rafa kaldırıp, gelelim "yaşamayı sevmeye".

Nazım Baba’nın dediği gibi yaşamak şakaya gelmiyor gerçekten. Es geçtiğin yerden dalıyor, dalıcılar. Eskiden anlatılardı, "yarayı dost sarar", yok efendim "komşu komşunun külüne muhtaçtır" diye.

Zaman denilen kocaman uçsuz ve bucaksız değirmenin neleri, kimleri nasıl öğüttüğünü görmek için uzağa gitmenize gerek yok.

İnsan, gerçekten garip bir yaratık. Neyin ne olduğunu görmek için bakması gereken yerlere değil de, sandığı ve sandırıldığı yerlere bakıyor. Oysa, insanın her şeyi arayacağı ilk yer, kendisidir.

Bu bilinmediği için mi, yoksa görmezlikten gelmek işlerine geldiği için mi, herkes her şeyi neden bir başka yerlerde arar bilemem. Belki de o yüzden avare avare dolaşılıp, durulur.

Kişi, kendisinin ve varlık sebebinin ne olduğunun farkına varmadığı sürece, eğlenceli bir oyun treninde olduğunun farkına varamaz, ta ki, inene kadar.

Bunun, şafağın atması gibi karanlık koridorda da olmasına gerek yoktur. Kendisini, farkında olmadan bam başka bir yerde ve kişiymiş gibi sanması ya da sandırılması bile yeterlidir.

Bunun sanal bir ortamda olmasına da gerek yoktur, insanlar çoğu kere yaşadıkları ortamın da etkisi ile kendilerini bu sanal gerçekliğin sonsuza kadar süreceğini düşünürler.

Oysa, nasıl fişi çekilince sanal gerçeklik biter ise, oturduğumuz makam koltuklarından, kendimizin olmayan ama bir şekilde yaşatılan sanal yaşamlardan gerçek yaşama dönünce, herkesin şafağı atar ve gerçekler ile yüzleşir.

Bu bir sistemin yaratılması ve yaşatılması için olmazsa olmazdır. Bu yüzden koskoca bilim yuvarına, hoca edilip, yönetici yapılan onca zavallının, "cahilleri sevmeleri boşuna değildir.

Çünkü, cahil bırakılmış, bıraktırılmış toplumlarda insanlara, özgürce yöneticilerini seçme hakkı verilse bile, bu onun kendisi için en doğruyu seçeceği anlamına gelmez. Yalnızca, kendisinin özgür bir seçim yaptığını sanır.

Ve iktidarlar da, bu sürecin sürmesi için her türlü maddi, manevi olanakları kullanırlar. O yüzden geri kalmış orta doğu ülkeleri gibi ülkelerinde, açılan ibadethaneler ile övünülür, üniversite ve okulların niteliklerini tartışmak ve konuşmak gereksizdir.

Bütün bunları düşününce, beni rahatsız, huzursuz hatta mutsuz etse de, kendimi sevmeye karar verdim.

Olacakları çok önceden görmek için fal bakmaya ya da hafiyeliğe gerek yok ki.

Karanlık bir yoldan gidiyor iseniz, yoldaki engelleri, dönemeçleri ve uçurumları, yol ortasına düşmüş kaya parçalarını göremezsiniz.

Birlerinin kurduğu sofrada bünyenize göre değil de, önünüze konulana göre beslenirsiniz. Bunların doğru ya da yanlış olduğunu bile düşünmezsiniz.

Ta ki, arabanız ile bir çukura düşüp, lastiğin patlayıp ya da ucumdan aşağıya yuvarlanıncaya kadar.

Olmadı, yediklerinizden dolayı mideniz bozulana kadar. Onun da nerede neyi, nasıl çıkaracağı bilmek pek belli olmaz ama, neyse!..

Yeterince yer yüzünde dolaştım ve alem de yeterince seyreyledi beni, Aşık Nesimi'nin dediği gibi artık biraz da, gökyüzüne çıkıp "seyreylesem mi alemi", ne dersiniz?

Bence insanın en büyük başarısı, kendisini derleyip, toplayıp ayağa kaldırmasıdır.

Hani derviş, "İlk hatan şanssızlık. İkinci Allah’tan. Üçüncüsü ise senin aptallığındandır" demiş ya, daha fazla açık vermeyeyim, kendimi ayağa kaldırıp bir kenara koyayım bari!..