Bu sözü duyanlar, meramın ne olduğunu anlarlar. "Bir zamanlar" demeyi sevmem ama, evet bir zamanlar Antalya sokakları böyle konuşmalar, mırıldanmalar ile çınlardı.
--Portakal, Mandalina, Limon ve turunçgillerin her bir çeşidinin her mevsim ayrı bir kokusunun olduğu sokaklarda içten, sevecen, sıcacık sohbetler yapılırdı yol kenarlarında.
--Evete ya, değerli Üstat Yaşar Kemal'in Demirciler Çarşısı Cinayeti romanında ki o güzel sözü gibi, "O güzel insanlar, o güzel atlara binip gittiler…” Hem de arkalarına bile bakmadan.
--Oysa bizler gözyaşlarımızı ayrıkların hüznüne katık edip, yutkunuyorduk her seferinde.
--Gurbet ellerinde, çok şanssız bir şehirdir şu ANTALYA. Kimi, kimsesi yoktur. Hâlâ yalanı olmasa da yerlisi ile, yabancısı ile talanı oldum olasıya çoktu, çoktur!..
--O yıllar Ankara'da ki Antalyalılar Derneği Başkanıyım. "Antalyalılar, Geleneksel Portakal Gecesi" daveti için elimde ki telefon rehberinden tek tek hemşehrilerimizi arıyorum.
--Benim davet konuşmam bitti. Sözü o almıştı.
---"Ülenabem, nerden buldun sen beni ya" ile başlamıştı Antalya şivesi ile konuşmaya. Bilenler bilir eski Antalya, Kalekapısı, Şarampol, Kemiklik ve dolayları idi. Ve Antalya’nın yerlilerinin konuşmaları ve şiveleri de hep birbirine benzerdi.
--"Abem, tamam geleceğim geceye. Ama sana bir uğramam gerek" diyerek kapatmıştık telefonu.
--Antalya'nın yetiştirdiği en değerli entelektüellerden birisi;
--Radyo programcısı, o yıllar TRT'de Tv belgesel yapımcısı, Gazeteci, ....., .... televizyonlar o yıllar tepelere kurulan yansıtıcılar aracılığı ile yayın yaparlardı. Tepelere kurulan TRT vericilerinin teknik ekip çalışanı, on parmağında on marifet.
--Bu gün hayal gibi amao yıllar için devrim niteliğinde bir buluşun patentini almıştı. Şimdi, habire ekranların en altından geçen yazıların ilk mucidi idi o.
--O yıllar, ben de YEŞİLÇAM ile Bakanlığın yürüttüğü Sinema ve Belgesel Film yapım çalışmasının, Bakanlık temsilcisi idim. GMK Bulvarında ki yerimize gelmiş, uzun uzun o patenti, Antalya'yı, ortak tanıdıkları konuşmuş, konuşmuştuk.
--Sonra bir hafta sonu onun, Tunus Caddesinde ki bürosuna gitmiştim. Mütevazi bir büro idi ama kitaplar, filim şeritleri, fotoğraflar, tablolar tam bir entelektüel büro görünümündeydi.
--O, 1967'de TRT Ankara Radyosundan sunucu/spiker olarak nasıl işe başladığını, 1976 yılında Erzurum radyosuna nasıl sürgün edildiğini, 1980 darbesi ile nasıl TRT'de ki işinden olduğunu, daha sonra Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulunda (şimdi İletişim Fakültesi) nasıl dersler vermeye başladığını, olanları anlatmıştı.
--Eee yani kanımız kaynamıştı iki Antalyalı olarak. Ben de Yedek Subay iken, İzmir'den kura ile Ankara, oradan da sürgün olarak Ağrı maceramı anlatmış, gülüşmüştük.
--Bir süre aramasam, "Ülen İbrahim, Abeni neden aramadın olum" ile başlardı konuşmaya.
--"Bak abem, gelcen, gitcen, arecen, sorcen" gibi sonu "cen", "cez" ile biterdi bütün cümleleri.
--"Bak Abem, bu kapitalist sistem, bize kendi düşlerimizi yaşamanıza izin vermiyor" derdi. . Antalya'da ki o kadar mal ve mülkünü satıp patentinin uygulamasına yatırım yapmıştı.
--O, bu iş için yaptığı harcamalara değil, projesini uygulayamadığına, Siyasiler de dahil hiç kimsenin kendisine destek olmamasına üzülür, içi yanardı..
--O yılar Sevgili Kızı Yaprak ortaokula gidiyordu. RıfatAbem, bir yandan kendi işlerini yaparken, diğer yandan da sevgili Yaprak'ın her şeyi ile ilgileniyordu. Onlar iki kanka olmuşlardı.
--Bu ülkede, bu Ülke için iyi ve güzel şeyler yapmak isteyen herkes gibi Rıfat Ağabeyim de, masasında projeleri, elinde patentleri, kafasında hayalleri ile kahrından ama kimseye de belli etmediği kahırlarıyla;.
--Bir 4 Aralık Cuması göçüp gitmişti bu dünyadan. O güzel kalbi dayanamadığı için aramızdan ayrılmış, bizler de onu, bir Cumartesi çok sevdiği Antalya'sının Andızlı mezarlığına emanet etmiştik.
--Sevgili Rıfat Ağabeyim, senin hayallerin, patent ve projelerinin bir bir yaşıyor inan. Kullananların bilgisi olmasa, seni anımsamasalar da.!..