Okullarda, radyo-televizyonlarda, evlerden tutunda konferanslara kadar konuşanan herkes, ya da çoğu kişi, hep şöyle söyler: "İnan okur". Tanrının ilk emri "oku". "Oku da, adam ol, B.... gibi eşek olma!..". Say say arkası gelmeyen söz ve söylemler.
Okunması için önce yazılması gerek.
İnsanoğlu, Anadolunun da içinde
bulunduğu bu topraklarda her şey ile çok uğraşmış. Yazı yazmış, yazdığını
okumuş, "abc"yi bulmuş, tarih yazmış ve bu günümüze kadar gelmiştir.
Hani Mehmet Erdem'in o dizeleri gibi
"Söz uçar gider, yazı iki cihanda" olsun ve kalsın diye, baya kafa
yormuş insanlık.
Mağarasına, bir şeyler karalaşımsa da,
yazı olarak kabul edilen ilk anlamlı işaretleri, "çivi yazısı" olarak
Mezopotamya'da yaşayan Sümerler M.Ö. 3500 dolayında kullanmaya başlamışlardır.
İnsanlığın tarihine bir göz attığımızda,
birçok toplum birbirinden bağımsız olarak çok farklı gerekçeler ile kendilerine
bir yazı icat ettiklerini görüyoruz.
Örnek, Mezopotamya'da Sümerler çivi
yazısı ile gereksinimlerini karşılarken, bunu takip eden birkaç yüzyıl sonra
Eski Mısır'da, Mısırlılar hiyeroglif yazısını bulup, kullanmaya başlamışlardır.
Grekçe'deki "hiyeroglifikon"
kelimesinden diğer dillere geçen hiyeroglif "kutsal yazıt" demektir.
Luvi hiyeroglifleri, Urartu hiyeroglifleri de bu yazı sistematiğinin
Mezopotamya ve yöresinde kullanılan örnekleri iken, Girit hiyeroglifleri ise
Girit Uygarlığının kullandığı başka bir tür hiyerogliftir.
Amerika'daki Mayalar ve Aztekler gibi
eski uygarlıklarının da kendilerine özgü farklı yazı sistemlerini
kullandıklarını görüyoruz.
İşin en göze çarpan tarafı, önceleri
basit şekiller iletişimde yazı olarak kullanılırken, zamanla Sümer yazısı/çivi
yazısı adı verilen bu yazıların, Sümer rahipleri tarafından tapınak ve
depolardaki malları kayıt altına almak amacıyla kullandıklarını görmekteyiz.
Demek ki dünya bazı zamanlarda çok da
kocaman değilmiş.
Günümüzden yaklaşık 5500 yıl önce
kayalara, toprak tabletlere yazılan, kazanılan harf, şekil ve işaretler ile
uygarlığın tarihine ne tür notlar düşülmeye başlanmıştır, dedikten sonra;
Bunların günümüzdeki yansımaları
nelerdir, dememiz gerekir.
Yazılan yüzbinlerce kitap, dergi ve
makale kişisel ya da kamu kitaplıklarını doldururken, neden insanoğlu bu kadar
kör, önünü göremeyip, kara bataklığın içinde yuvarlanıp duruyor?
Burada sorun yazmada olduğu kadar, okuma
ve anlamada da bulunmaktadır. Çünkü, bilgi insan yaşamına çok farklı boyutlarda
etki etmektedir.
Okumak, bir eylem iken, öğrenme bir
süreçtir.
Bilginin vericiliği kadar, insanın
alıcılığının da önemi büyüktür. Bir şeyin okunması, onun öğrenilmesi anlamına
gelmemektedir.
Nazi Almanyasında Hitlerin Propaganda
Bakanı Joseph Goebbels burada uyguladığı taktikleri yalnız okumak ile ilgili
değil, öğrenme hatta beyinde, bilinç altında bir yer etme olayı olarak görmemiz
gerekmektedir.
Günlük yaşamda çok kullanılan bir deyim
vardır. "Balık Hafızalı". Her ne kadar böyle denilse de, aslında
bütün canlılar gibi balıkların da bir öğrenme süreçleri ve içgüdüleri vardır.
Ülkemizde Van Gölünde bulunan İnci
Kefalleri ile Bazı Somon Balıklarının üremek için o kadar zorlu yolculukları,
hatta değişen çevre koşulları sebebiyle de, onların farklı yer ve zaman
değişiklikleri yapabildikleri gözlemlenmiş ve saptanmıştır.
Sonuçta, bütün canlıların bir öğrenme
süreci vardır. Evrimleşmeye bağlı olarak, canlılar alemi içinde evrimleşmeyi en
üst noktada yaşamakta olan canlı olarak İnsan, öğrenmenin ve bilgi üretmenin de
sınırlarını zorlamaktadır.
İnsanlığın binlerce yıllık süren bu
serüveninden sonra, onu geri çekmeye, yerinde saymaya zorlamak, insanın ve
insanlığın kabul edeceği bir şey olmamalıdır.
Sorun, yalnızca "Okuma oranı
arttıkça beni afakanlar basıyor. Ben her zaman cahil halkın ferasetine
güveniyorum" diyen bir özel Üniversitesi Rektör Yardımcısının söyleminden
ötededir.
Hurafeler ile verilen bir din
eğitiminden tutun da, gerçek yaşamdan uzak tutularak sanal yaşam içinde hipnoz
edilen, uyutulan binler, milyonlar da, bilinçli bir sürecin sonucudur.
O yüzden, Cumhuriyet'in eğitim ve toplum
yaşamında ki en devrimci, en çağdaş hamlesi olan ve 17 Nisan 1940'da 3803
sayılı yasa ile açılan "Köy Enstitüsü" süreci, toplumsal bilinç ve
çağdaş bir toplum yaratmak açısından çok önemli bir değere sahiptir.
Sorun, "abce ile okuma-yazma
öğretilmesi"nin ötesinde, eğitim ve öğretim süreçlerinin bilinçli bir
şekilde toplum yaşamına sokulması ile sonuç elde edilebilecek hale gelmiştir.
Toplumda bir bilinç kaybı, çok temel
ulusal ve Cumhuriyet değerlerinin değersizleştirilmesi ve unutturulması süreci
yaşandığı gün gibi ortadadır.
O yüzden, uzun vadede genel iktidara
aday siyasi partileri, güncel olarak da, muhalefet partilerinin elinde olan
yerel yönetim birimleri Belediyelerin, bir görevi olarak da eğitim ve öğretimin
sadece bir iki kitap okuma olmadığını, bunun bir süreç olduğu bilinci ile
topluma karşı sorumluluklarını yerine getirmelerinin önemi ortadadır.
Yoksa, bir hafta öncesini anımsamayan,
sorunların kaynağını ve sebebini göremeyen bir toplum ile ne ülkemizin ne de
toplum ve bireyleri olarak hepimizin bu karanlık girdaptan kurtulmamız çok
olası değildir.
Binlerce yıllık eğitim, öğretim ve
toplumsal bilinç oluşturma süreçleri bazı hakim güç odaklarının farkındalıkları
ile yok edilmesine izin verilmemelidir.
En ileri aşaması olarak Okuduğunu
anlamadan, okuduğunu öğrenmeden bir yere varılamayacağı gibi, hiç okumaması
için her şeyin yapıldığı kitlelerin de uyandırılması toplumsal ve siyasal bir
süreç ve görev olmalıdır.
Kime ne diyor isem.
Kendi kendime, güleyim bari!..