Yol uzundur, sessizlik derin bir kuyu, ama yaşıyorsun; o halde bir ses ver. Mırıldan, radyoyu aç, avazın çıktığı kadar bağır, bağır, bağır!
Nereden ve nasıl takılıyor bilmiyorum
ama telefonun videolar sitesinden dinlediğim her şeyin, aynısı ya da benzeri
bana her seferinde bir "selam" çakıyor.
Yine böyle bir zamanda, ne olmuş, nasıl
olmuşsa olmuş, Edip Akbayram'ın bir şarkısını dinlemişim. Arabanın radyosundan
da dinleyecek pek bir şey bulamadım sanırım, telefonu açtım.
Arabanın radyosu deyince, "yiğidi
öldürelim de, hakkını da verelim" TRT-3 gerçekten, en azından bu aralar
çok kaliteli müzik yayını yapıyor; senfonik, çok sesli, klasikler vs.
Bazen de radyoda konuşmalar uzayınca,
günün yorgunluğunu, telefonun müzik zevki ile idare ediyorsunuz. İşte böyle bir
zamanda, telefonun dinlenecek videoları taktı Edip Akbayram'a, gelmişten,
geçmişten ne var ise; eh, dinleyeceğiz.
Arada da, nasıl ise Cem Karaca'ya falan
geçiyor. Ben de en çok Cem Karaca'nın seslendirdiği, Nazım Hikmet'in "Ben
bir Ceviz Ağacıyım" şarkısını severim. Öyküsü de hüzünlü, iç sızlatan,
sevgi dolu, karma karışıktır.
Nazım Hikmet, yine bir siyasi suçlama
ile aranmaktadır. Kaçmayı kafaya koyar, ama sevdiğini de son bir kere görmek
ister. Hem kendisinin hem de Piraye’nin arkadaşı olan bir kişi vardır ve onun
ile Piraye’ye haber ulaştırır.
Arkadaşı da Piraye'ye haber verdikten
sonra Polise de, Nazım'ın Piraye ile Gülhane Parkı’ndaki, en ulu ceviz ağacının
altında, saat tam 12’de buluşacaklarını" söyler.
Polis, Nazım’dan önce parkın içinde
önlemlerini alır ve beklemeye başlar. Nazım zaten her şeyden tedirgindir.
Polisleri fark eder ve bir yolunu bulur ve randevu verdiği, ceviz ağacının
tepesine tırmanır.
Tam saat 12'de Piraye Ceviz ağacının
altına gelir ama ortalıkta Nazım görünmemektedir. Oysa, Nazım ceviz ağacının
tepesindedir. Polisler de çevrede, Nazım'ın gelmesini beklemektedirler.
Piraye, uzun süre sevdiği adamı, Nazım'ı
bekler ama Nazım ağacın tepesinden inemediği için, "gelmedi" deyip, üzgün
bir şekilde evine; polisler de, Nazım'ın ağacın tepesinde olduğunu
bilmediklerinden, karakollarına geri dönerler.
Tabi Nazım'ın içinden dizeler dökülmez
mi:
"Başım köpük köpük bulut, içim
dışım deniz,
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda,
Budak budak, şerham şerham ihtiyar bir
ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis
farkında."
Bu şarkıdan sonra da, Edip Akbayram'ın
"Gidenlerin Türküsü" çalınca aklım fikrim Nazım oldu. Düşündüm,
üzüldüm, güldüm.
Bir yandan da Edip, söylüyor:
"Camların üstünde gece ve kar bembeyaz karanlıkta parlayan raylar,
uzaklaşılıp kavuşulmamayı hatırlatıyor" yine Nazım'ın dizeleri ile
gidenlere, ayrılanlara dizeler, öyküler, acılar.
Bunlar bir zamanlar, garaj büfelerinde,
çay bahçelerinde döne döne çalınan müzikler idi. Üstüne bu da çalınca aklıma
öğrencilik yıllarımda bir anı geldi.
Bazen tek başına, bazen bir iki arkadaş
ile geçti öğrenci evleri yaşamımız. Kızlar kendi evlerinde, erkeklerde kendi
evlerinde, ama ara sıra yemek ziyafetleri, hünerleri de olurdu. Tatiller
dönüşü, herkes memleketinden bir şeyler getirir, armağan eder, paylaşırdık.
Gerçekten ne güzel günlerdi. Dost,
arkadaş, kardeş gibi yaşardık. Sevdiğine bile, bu göz dışında bakamazdık. Ama
çok hoştu.
Aynı Üniversiteden mahalle komşusu
arkadaşlarımıza, Antalya'dan gelip de, turunç reçeli, bal getirmezsen, aforoz
edilir idim.
Bir tatil sonrası da yine aynı seremoni,
sabah okula giderken serviste "laf yememek" için, akşamdan
getirdiklerimi teslim edeyim istedim. Torbaya doldurdum ve armağanları vermek
üzere birkaç sokak ötede oturan kız arkadaşların evine gittim.
Taa dış kapıdan bile duyulan bir teyp
sesi ve Edip Akbayram, ha bire döne döne "Gidenlerin Türküsü"nü
söylüyor.
Kapıyı açana, ben bunları verip gideyim
dedim, sizin orası biraz karışık sanırım dedim. Olmaz deyip, çay kahve
muhabbetine, tatil anılarına dalındı.
Sanırım üç kişi kalıyorlardı, ikisi
ikramlı sohbetler ile durumu idare ederken, birisi geldiğimin bir farkında
olmadan, habire kaseti döndürüp döndürüp ağlıyordu.
Derin mevzu boş ver dediler. Sanırım,
memleketinde bir aşk-meşk olayı ve her nedense de bir ayrılık vardı.
Bizler ise, kendimiz memleket
kurtarmasına adamıştık. Ne garip. O arkadaş ne yapar, ağladığı ne yapar kim bilir.
Belki de kavuşmuşlardır.
Yaşam ne garip. Bir yerden giriyorsunuz,
hiç ummadığınız bir yerden çıkıyorsunuz.
Şimdi gel de Nazım'dan söz açılmış ve bu
kadar da laf edilmişken, bu dizeleri atla:
"Meselâ bir barikatta dövüşerek,
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken, meselâ denerken damarlarında bir serumu,
ölmek ayıp olur mu? Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da, hatta sevda
yüzünden ölmek de ayıp değil."
Evet ya Nazım Baba, dediğin gibi oldu
yaşam. Memleket içinde çırpındık, çırpınıyoruz, tahirliğimiz de oldu, zührelerimiz
de.
İlahi ya, buraya kadar gelinir de, Melih
Cevdet Anday'ın:
"Yaşamak güzel şey doğrusu, üstelik
hava da güzelse, hele gücün kuvvetin yerindeyse, elin ekmek tutmuşsa bir de,
hele tertemizse gönlün, hele kar gibiyse alnın, yani kendinden korkmuyorsan,
kimseden korkmuyorsan dünyada, iyi günler bekliyorsan hele, iyi günlere
inanıyorsan, üstelik hava da güzelse, Yaşamak güzel şey, Çok güzel şey
doğrusu!" şiiri atanır mı!
Evet ya, yaşamak güzel şey! Hem de doya
doya, Boş verin gerisini!