Önemsiz olmamışlara önemli not!
Geleneksel bir ailede yetişmiş iseniz, öyle vara yoğa "Ben, ben"
diyemezsiniz. Ayıp sayılır.
Geleneksel bir ailede yetişmiş iseniz öyle, vara yoğa ortalığa
dökülemezseniz, etrafınıza şöyle bir bakıp ne var, kim var, neler oluyor
dedikten sonra ortalığa dökülür, saçılırsınız.
Geleneksel bir ailede yetişmiş iseniz bol bol deneyim dinlersiniz, size
herkesin bir söyleyecek söz vardır.
Yine, geleneksel bir ailede yetişmiş iseniz de, bu kez de düşmüş iseniz,
siz ağlamadan hemen elinizden tutacak birileri vardır ve düştüğünüz yerden,
"aman benim aslanım, uf mu olmuş" denilerek, hem gurunuz okşanarak,
hem de eller ile tozunuz silkelenerek, bir yeriniz kanamış ise de, tertemiz
silinerek kaldırılır, bir acınız kalmaz!
Geleneksel bir ailede yetişmiş iseniz, herkesin deneyimi sizin deneyiminiz
olur ama, yine de sizin kendiniz gibi, kişilikli bir birey olmanız için
uğraşılır.
Anlayacağınız iyi ve güzel yönleri olduğu gibi sıkıntıları vardır.
En güzeli de, hiç yalnız ve yolsuz değilsinizdir.
Şimdi durup dururken bu kadar, "geleneksel aile" övgüsü de
nereden çıktı diyebilirsiniz. Bunlar, bu yaşama birer övgü değil, bu yaşamın
sorunları, sıkıntıları ile birlikte güzellikleridir de!..
Ortaokul ve Lisede çalışkan bir öğrenci değildim. Dersi dinler ama, akşam
evde oturup ders çalışmazdım. O yüzden birçok Öğretmenimin derste anlattığını
dinler, anlar, soru sorar ise yanıtlarken, aynı soruyu üç gün sonra sınavda
sorunca yapamazdım.
Çünkü, evde bu dersleri yineleyip gözden geçirmezdim. O yüzden de, herkesin
üçer yılda bitirdiği ortaokul ve liseyi ben dörder yılda bitirdim.
O kadar tembelim ki, ortaokul sonra Yusuf Dayım, oğlu sevgili Osman Gök ile
beni, İzmir'de bir özel okula ön kayıt bile yaptırmıştı ama, ben o kadar
"çalışkandım ki", ortaokulu, eylülde, tek ders sınavını vererek
bitirip, ilçe lisesine kayıt olabilmiştim.
Üniversitede aynı şekilde kazanılmış ve bitirilmişti.
Ama ne hikmetse, okullardaki bu muhteşem "başarım(!?)" iş
yaşamımda sürmemiş, bilenler bilir, işini en iyi yapan kişilerin başında gelir
olmuştum.
İş yaşamımda da, dönemin koşulları gereği bir solcu olarak hep "çirkin
ördek yavrusu" olmuştum, ama çalışmam ve becerime bir söz edilemediğinden,
durumu idare ediyordum.
Ha, sosyaldim de, dönemim Ankara bürokrasisinde önemli yerleri olan
Süleyman Sarıkaya, Erol Öcal, Vural Savaş gibi büyüklerim, "sen
Antalyalılar Derneği Başkanı olacaksın" dediklerinde, "hayır"
diyemezdim ve yıllarca Antalyalılar Derneği Başkanlığı yapıp, ilk olarak
Ankarada "Antalyalılar Evi"ni, izmir caddesinde açmıştım.
Bir bakanlıkta çalışırken, bir sabah, "İbrahim Uysal,
Cumhurbaşkanlığına alıyoruz seni, orada çalışacaksın" dediklerinde,
"bir düşüneyim, olursa da kurumumdan izin almanız gerek" dediğimde,
bana baya gülmüşlerdi.
Meğer, bu işler böyle olmazmış, "gel denilince gidilir", kurumada
"bu kişinin dosyasını yolla, atayacağız" denilir, iş bitermiş.
Tabi bütün bunların hepsi muhteşem şeyler. Hani insanın "yıldızının
parladığı" dönem dedikleri zaman.
O zaman, hangi siyasi partiye sinyal yaksak, olumlu dönüş olur, elimizi
kolumuzu sallaya sallaya milletvekili yaparlarmış!..
Ama, olmazdı. Biz solcu ve sosyal demokrat idik ya, benim CHP'den bir halt
olmamız gerekirdi. Dönemin genel başkanı da, arar sorar, bilgi paylaşır,
kendisine proje dosyaları sunardık.
Anlayacağınız havamız yerindeydi.
Bize, beş paragraflık güzel sözcüklerle/sıfatlar ile hitap eden, söze
başlayan, genel başkan milletvekili listesinde yer vermeyince, şafağımız atmış,
"soframızda ki yerimizin, öküzümüzden sonra geldiğini" anlamıştık.
Uzun zamandır, bir şey olmanın önemli olmadığını, "adamı mısın, yoksa
madamı mısın?"ın ne demek olduğunu öğrenmiştim.
Bugüne kadar Antalya'da belediye başkanı, milletvekili, bürokrat olmuş bir
çok kişinin yaşamına, öyle ya da böyle dokumuştum.
Hatta kardeşimin kızının çalıştığı belediye başkanlığı için, sabahın
köründe, dönemin parti genel başkanı ile görüşüp, "il başkanı Ömer ve
milletvekili O. ile görüş, başkan adayı M. hoca ile görüşsünler" müjdesini
verdiğim başkan kazanınca, ilk iş olarak yeğenimin işine son vermişti.
Uzun zaman öncesine kadar, telefonlarda düzülen methiyelerin yerini, artık
bir baltaya sap ya da bir belediyeye ya başkan ya da görevli olanlar ile
telefonda konuşmakta sorun oluyordu. Sağ olsun Sevgili Ümit gibi bazı
başkanları bu değerlendirmeden ayrı tutarım.
Ha bütün bunlardan dolayı üzgün ve mutsuz muyum. Hayır. Eh yani, yediğim
önümde, yemediğim de ardımda. Öyle garip heveslerim ve özlerim de yoktur.
Yazın yaşadığım sahil kasabasında, giydiğim tişört ve şortumu gören garson,
yüzüme bakmasa, hırpani halim ile beni dilenci diye restorana almayacaktı.
Ömrünü takım elbise, smokin içinde grantuvalet geçirmiş birisinin bu salaş
giyim ve yaşam tarzını anlamk için, üzgünüm ki "Diyojen olmak"
gerekiyor.
Bu aralar bayram seyran derken, bir de pandemi yaşamlarımızı savurdu. Bir
çok kişi sağlık, iş, eğitim gibi sorunlar yaşarken, ara sıra eş, dost ve
tanıdıklardan bazı "yardım et" telefonları geliyor, ve muhtapları ile
görüşmeye çalışıyorum.
Bir çoklarınca, önceden "ağam, paşam" ile açılan telefonlar
açılmıyor artık. Çok "meşguller". Neden ise, bize "meşgül
olmak" hiç öğretilmemişti. Ne kötü.
Benzer şeyleri, eski Ankara Üst düzey siyasi ve bürokrasisi ile konuşup,
bugünün muhtemlerine gülüyoruz. Ne "muhterem ve muhteşemler "diye.
Haydi biz birilerinin gözünde düşmüş olabiliriz. Başta dedim ya,
"geleneksel bir ailede yetişmiş iseniz", size yaşamın her şeyini, bu
günlerini bile öğretiyorlar.
"Aç isen tok gibi, kir isen pak gibi ol"mayı öğrettikleri gibi,
insanı, insan olarak, insan yerine koymayı da. "Görgüsüzün oğlu olmuş
...." modunu da öğrettiler ve öyle olma dediler.
Bilmem, anlatabildim mi?
Şu kapanma günleri geçse de, evdekilerin "çöpe atacağız"
dedikleri "muhteşem yazlık giysilerimi" giyip,
"muhteremler", muhterem şeyler yapıp, muhteremliği oynarken, ben de
sahillerde bir dolaşsam, bir dolaşsam ne güzel olur ya!..
Ne çok özlemişim!..