Hep söz ederim, gelenekçi bir Anadolu ailesinde doğdum, büyüdüm; her ne
kadar okul nedeni ile o evde ömrümün çok kısa bölümü geçse de, bayramlar,
seyranlar, düğünler, dernekler, yaz tatillerinin bir bölümü yine de orada
geçmiştir.
Bugünden bakılınca, ninelerimin La Fonten tarzı masallarının sonunda vermek
istedikleri öğütler, kim kimin yanında nasıl oturur, yatar kalkardan tutunda,
kim kimden bir şeyi nasıl istere kadar her şeyin bir kuralı vardı, gelenekler
içinde.
Daha ilkokula bile gitmemişken, bir şey istemeye gelen komşuya, insanların
kendi aralarında konuşurken, biri birileri için "kör, topal, aptal
vb" ön hitaplar ile konuşurlarken, ben avluya gelen birisine benzer bir
şeyler söyleyince, bir daha olur ise kulağımın çekileceğini o zaman;
Üniversitede okuyorsun, damarlarında delikanlı kanı var, "yerden alıp,
havalarda yenilen" zamanlarda, üniversite kapanmış köye gelmişsin, ama
işler çığırından çıkmış, herkes deli gibi sağa sola koşturuyor. Yetişilemeyen
kısmına ise, amele (eskiden, işçi yerine tarım işçisine öyle denilirdi)
götürülüyor tarlaya.
O gün kuşluk vakti yağmur yağdı ve işçileri ovadan, tarladan köye götürdüm.
Öğle vakti yemek yenilecek ve avluda ki ek hanayda-ekmeklik de iki sini sofra
kuruldu ve bana da bir desti ve bir de bardak verildi, amelelere su vereyim.
Onlar yemek yiyor, onlarla ovadan gelen evin üniversiteli büyük oğlu,
amelelere ayakta su vermek için bekliyor.
Ben burnumdan soluyor belki de homurdanıyorum bu duruma. Neyse, yemekler
yendi, yaz yağmuru dindi ve biz yine ameleler ile ovaya gittik.
Akşam oldu eve geldik, baya da işler becerdiğimizden, akşam yemeğinde bana
övgüler düzülmesini bekliyorum.
Babam, "beyefendi, neydi gündüz o tavrın" diye, gündüz amelelere
su dağıttığım sırada homurdanmalarımı duymuş ve belli de kızmış.
Bana temiz bir fırça, eve kim gelirse gelsin, ister ağa ister amele,
"eve gelen, evin misafiridir ve misafir gibi ağırlanır." Bir ders
daha alınmıştı.
Sonra "çirkin ördek yavrusu" olarak devlet bürokrasisinde
dışlanarak maraba gibi çalıştırılsak da, orada "devlet adabını, devlet
geleneğini, devleti" öğrenmiş ve pek sevmiştim.
Sırf Hacettepe'de solcu olduğum için bile sürgün yediğim askere bile laf
ettirmemiştim. Bizde, "Kol kırılır yen içinde kalırdı.”
Yetmezmiş gibi, bir de "aç isen tok gibi, kir isen pak gibi olmak” öğretilmişti
ve öyle olmak zorundaydık.
Bütün bu saydığıma benzer şeyler bir çoklarınızca da yaşanmıştır. Bizi
küçükken götürdükleri cami hocanın yanında bile "diz köser
otururduk". Onu "can kulağı" ile dinlerdik.
Yıllar sonra babamı kırmayarak gittim bir "cuma namazı"
sırasında, hocanın, "sen de nerden çıktın ta" bakışlarını hiç de
unutmam. Bize, karşısında diz üstü oturtan hocalardan, "sen de nerden
çıktın ya" dercesine bakan hocalara gelmiştik.
Devlet kutsaldı ve bizim ailemiz idi. Ortaokul yılları, okula yakın bir
yerde evi olan ve biraz da "saf" bir çocuk vardır, kim öğretmiş ise
el kol hareketleri ile süslediği "devlet benim hem anam, hem babam"
diyen ve aramızda olmayan Ahmet'i gözleri nemli anımsarım.
Sık sık örneklediğim Nefes filminin "sen uyursan herkes ölür"
sözlerini ise yinelemeye bile gerek yok.
Atatürk'ün kurduğu Devlete ve Cumhuriyete ve bunların aile dâhil bütün
kurum ve kuruluşlarına, fabrikalarına, ormanlarına bakıyorum darmadağın. Talan
edilmiş. Yen "trend" ile "ÇÖKÜLMÜŞ", el konulmuş, yok
edilmiş. Hem de gelenekçiler ve "Mülk Allah’ındır" diyenlerce.
Cumhuriyet kurulmuş, herkes büyük coşku içinde, onuncu yıl kutlamaları
yapılacak. Ve Atatürk kendisi için hazırlanan sözleri beğenmez. "O,
sizden-içinizden birisidir" sözünü afiş olsun ister.
Dahası, bir köylü Atatürk'e küfür ettiği için mahkemeye verileceğini
Atatürk'e duyururlar, Atatürk sorar, "neden küfretmiş".
Gazete kâğıdına tütün sardığı için.
Atatürk yanındakilere sorar, "aranızda gazete kâğıdına tütün sarıp içeniniz
var mı? Yanıt "yoktur” ama Ata sürdürür, "ben içtim. Çok berbat bir
şeydir. O köylüyü de mahkemeye vermeyin, gazete kâğıdına tütün sarmaktan
kurtarın"
Başta Atatürk olmak üzere yurtseverlerin çabaları ile Cumhuriyet ve
Demokrasi ile taçlanan ülkemizin geldiği duruma bir bakar iseniz, ne durumda
olduğumuza siz karar verin.
Bir zamanlar "sayın fethullah gülen hocaefendi" ile kol kola
yürünüp, "ne istenildi ise verildi" diye sistem edilirken, şimdi
herkes tu kaka "fetöçü" denilip çıkılıyor işin içinden . Allah akıl
fikir versin.
Yetmedi, yine dün kol kola "kuzu sarması" olunan Sedat Peker,
bugün oldu, "mafya babası". Bir milletvekiline, bu mafya babasının
para verdiğini, hükümetin bir bakanı açıklıyor.
Ayasofya'yı İngiliz İşgalinden kurtaran Mustafa Kemal'e, bu devleti ve
cumhuriyeti kuran Atatürk'e saldırı ile başladı geleneksel ihanet.
Bize, geleneksel olarak, terbiye olarak kutsallara söz ederken iki kere
düşün diyen hocalar-imamlardan, geleneklere, devlet kurucularına küfreden
zavallılara kadar geldik.
Allah bu millete, bu gelenekçilere "akıl fikir versin".
Söylenecek ne kaldı ki!