Oysa sıradan başlamıştı
öykü. Üniversite bitmiş, bir baltaya sap olmak gibi bir dert yok, sıradan
başlayacaktım yaşam merdivenlerini çıkmaya. Bunda olağan olmayan bir şey de
yoktu.
Askerlik Şubesine
gittim, aaa o da ne, bizim okul arkadaşı Aysel, lise bittikten sonra, orda işe
başlamıştı.
Sanıyorum bir Albaydı
Askerlik Şubesi Başkanı/Komutanı.
Aysel sayesinde küçük
odasına davet edilmiş; çayını, kahvesini içmiştik. Oldukça entelektüel bir
adamdı. Rusça, İngilizce ve sanırım Fransızcada biliyordu.
Okuduğu kitaplar ise,
bende dudak uçuklatıyordu. Anladım ki, komutanım biraz solcu, demokrat, ama
kendi açısından o kadar yeteneğine rağmen askerlik için biraz kızak görevdeydi.
Şimdi unuttum ama, bir şeylerden sonra İzmir'e emekli olup yerleşecekti.
Hiçbir Şey
anlamamıştım. Ama Beytepe’den tanıdığım asker ve komutanlardan farklıydı. İçim
ısınmıştı.
Sonra bir türlü ayağım
o kapıdan zor girse de gidip "teslim olmak" yerine, her türlü ceza
almayı göze alıp, üç gün Alsancakta güzel bir otelde kaldıktan sonra, vukuatlı
olarak teslim oldum.
Askerlik görevine
başlamaya, nedense, "askere teslim olmak" denir. Sonunda da tezkere
alınır.
Gaziemir iyiydi. Hatta
bizim Tevfik Kızgınkaya da orada komutan imiş ama yeni öğrendim. O yüzden
komutanıma "arz ederim".
Antalya, Burdur,
Denizli olmazsa Ankara olsun diye düşünüyordum kura çekiminde. Tembel bir
öğrenci olduğumdan, "özel kura çekmek" gibi bir şansım yoktu.
"Kadere, kırk dokuz!.."
Sekizinci sırada
dereceye giren arkadaşım Ankara Mamak Muhabere okulunu istemişti. Ben de gittim
aynı yeri kurada çektim.
Kura'mı elime verecek
komutan, nereyi istiyorsun deyince, "Ankara" dedim, komutan biraz
bozulmuştu ama ben çok mutlu oldum.
Ankara'da mutluydum.
Ufak tefek vukuatlar oluyordu ama, olsun "bu askerliktir" deyip
geçiyordum. Bir ay, iki, üç derken dört ay sonra elime bir sarı zarf verdiler,
"tayin oldun" diye.
Meğer yedek subayların
tayini olmaz, "sürgünü" olurmuş. Zarfta "Ağrı" yazıyordu.
Yeterince başımız ağrımıştı ama, bakalım daha neler diyerek 15 günlük yok izni
için doğru Antalya'ya.
Eeee sayılı gün tez
biter, martın sonuna gelmiştim, Nisan başında Ağrıda olmak zorundaydım. Yine
ayaklarım gitmedi.
Ve dosdoğru Sevgili
Ferhun Baloğlu ve Füsun Baloğlu'nun torpilini kullanıp Doğan Amcanın kapısını
çaldım.
O yıllar Korkuteli'de
yaşayanlar bilir. Devlet Hastanesinin kıdemli doktoru Dr Doğan Baloğlu idi.
Doğan Amca, çok tonton
bir doktordu. Herkesi tanır ve herkes de onu çok severdi. Ama, ben bu kez, bir
torpil ile gidiyordum ona.
Odasına girdim, hoş
beşten sonra, sonra "eee "muhabbetine" sıra geldi. Tamam oğlu
arkadaşım idi ama, bu iş başkaydı.
Bütün masumiyetimi
takınıp, başladım anlatmaya.
Doğan Amca, böyle,
böyle oldu. Şimdi de benim Ağrı'ya tayinimi çıkardılar, ama yollar kar kış, 15
gün rapor istiyorum.
Zaten Babacan tavırlı
Doktor Doğan Amcam, bu kez bana başka üzüldü. Ve bir kağıda 15 gün rapor yazdı
elime verdi. İmza mühür vs seramoni den sonra, doğru PTT'ye git, bunu
"telgraf çek" dedi.
Korkuteli Çayı
kenarındaki Devlet Hastanesinden, şimdi eski garajın yanında ki PTT'ye kaç
dakikada uçtum bilmiyorum ama telgrafı çektim.
Yol izninden sonra, on
beş günde rapor ile baya "çay ve istirahat molası" vermiştim Doktor
Doğan Amca sayesinde.
Sayılı gün tez biterdi.
Ve bir 11 Nisan pazar sabahı indim otobüsten Ağrı'ya. Ver elini Orduevi.
Pazar günü sabahın
köründe lobide, resepsiyondaki asker, bir de dinlenme koltuklarında ben.
Bir zaman sonra,
merdivenlerden bir Tabip Asteğmen indi ve bana "Hoş geldim, İbrahim
Asteğmenim" dedi.
Tabi ben şokta.
Asteğmeni tanımıyordum ama o beni tanıyordu.
Beni tanıyor musunuz?
dedim.
Gülerek, "Oooo
asteğmenim seni tanımayan mı var ki, sayende, iki nöbet daha tutuk. Yine bir
şey anlamamıştım.
"Gel, eşyaların
burada kalsın, senin ile birliğine gidelim, aynı binadayız" dedi.
Uzun hikaye meğer, ben
bir fenomen olmuşum orada.
Araştırmışlar,
soruşturmuşlar.
Ne mi bulmuşlar, ooo,
vukuat çok.
Komutan dövmekten
tutunda, solculuk ve komünistliğe kadar say say bitmez. O nedenle de gün aşırı
nöbet ile ödüllendirmişler.
Tabi Doktor Doğan Amca
sayesinde 15 gün de geç gidince, ek nöbet tutan subay, astsubay hepsi beni
tanır olmuş.
Eeee sürgün, sakıncalı
asteğmen. Herkes dokunup yanmaktan korkuyor, tedirgin. Nezaketen bir iki
muhabbetten sonra "pırrr".
Alay Komutanına kadar
durum gidiyor ve "yakın mazeret izni" diyor.
İlk sıralar, millet bir
bana bakıyor, bir anlatılanlara şaşıp kalıyorlardı ama, ben anlamamızlıktan
geliyordum.
Masum görünüşlü bir
şeytandı da, nasıl?
Neyse, zaman tez geçen
bir şeydir.
Nasıl olsa yol izni,
Doktor Doğan Amca izni derken, benim bu kadar masum olmama dayanamayan
komutanlar, bir de 20 günde bir İskenderundan yakıt tankı getirme görevi
verdiler ki, her görev bir hafta. Askerlik tadından yenmiyordu.
Eee sayılı günler tez
geçer. Ekimin yarısı geçmiş, askeri birliğin içinde dolaşıyoruz. Beni Alay
komutanı görmüş, personel astsubayına, "İbrahim Asteğmen neden hala
burada" diye sorar.
O da, Komutanım,
mazeret iznini yaktığınız için, biz de bir şey demedik." --Ben yıllık
izin, mazeret izni falan her şeyi unuttum. Vermezler diye düşündüm.
Komutan, "hemen
benim jeepi verin, acele Ordu Evinde eşyalarını toplasın, üzerindeki zimmet ne
var ise de alın, giden ilk otobüse yetişsin."
Saat 10 suları.
Komutanlar ve arkadaşlarla vedalaşma, üzerindeki şeylerin teslimi, eşyaların
toplanması derken 13 Ankara otobüsüne bindim.
Ve aşağıda ki, son anda
koşa koşa gelen asker sivil 30- 40 kişi bana el sallıyordu.
Doğan Amcamın raporu
sayesinde az zaman geçirdiğim Ağrı, her şeye karşın yaşamımda en güzel anıları
olan bir şehir olarak kaldı.
Tutak Çayından kum
taşıyıp keklik, Murat nehrinde balık avlamaya, akşam akşam destek katalarının
çayırının zulasında çilingir sofralarına kadar.
Ne güzel İnsandın be
Doktor Doğan Amca, ne güzel bir şehirdin be "Ağrı"!..
Bu koronavirüslü
günlerde, bir gönül yolculuğu yaptım da!..