Eski HDP Milletvekili, yönetmen ve senarist Sırrı Süreyya Önder, İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi’nde; “Otoritenin, en muhtaç olduğu olgu sadakattir dersek yanlış yapmış olmayız. Tüm enerjisini bizleri sadakat içerisinde tutmaya harcar. Resmî ideolojiye, kutsallara, tabulara, babaya, krala, devlete, sınırlara, geleneklere, örf ve adetlere böyle uzar gider bu liste. Tarihin başlangıcından beri de böyledir” dedi. Önder, kongre için “Etkisi ve gücü görünenin çok ötesinde bir başlangıç yaptığını düşünüyorum Sayın Tunç Soyer’in ve bütün katkı sağlayan arkadaşların” değerlendirmesini yaptı.

İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi, 6'ncı gününde "Sadakate Davet" oturumuyla devam ediyor.

Kongrenin bugünkü oturumunda eski HDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, “sadakat” üzerine bir konuşma yaptı.

Önder’in konuşmasından öne çıkan başlıklar şöyle:

“SAVCILAR VE MAHKEMELER CEZAEVİNE ATARKEN HİÇ BU RENGE BAKMIYORLAR: Şikayetçi olduğum bir husus var. Bu tanımlanamamak bir meziyet değil. Daha cömert davrandığını düşünenler de pigment muamelesi yapıyorlar. Meclis’in renkli kişiliği falan diyorlar. Ama savcılar ve mahkemeler cezaevine atarken hiç bu renge bakmıyorlar. Gardiyanlarda da işe yarıyor. Son cezaevine girdiğimde, yasama görevi bittiğinde cezaevi görevi başladığında gardiyanlar Meclis’te o kadar yakıcı konuşmalar yaptığımı zannediyordum ki sadece güldükleri konuşmaları hatırlattılar bana.

DATİV GEİTİV KISMINDA BİR İNSAN EVLADININ BU DİLİ ÖĞRENEBİLECEĞİME İNANCIM YERLE BİR OLDU: Benim de aklıma Brecht’in bir sözü geldi. Tiyatro eserleri için söylemiş mealen şöyle bir şey: Almancayı 80’li yıllarda cezaevine girdiğimde dativ, genitiv kısmına kadar öğrenmiştim. Çünkü Almanca bilen yoktu. Bir kitap elimize geçmişti. Datif, genitiv kısmına kadar geldim. Dativ genitiv kısmında bir insan evladının bu dili öğrenebileceğine bütün inancım yerle bir oldu.

NAZIM HİKMET, ‘DİLDE DEVRİM YAPTIM, BÜTÜN ARTİKELLERİ ATTIM’ DEMİŞ: Nazım Hikmet de çok çekmiş bundan. Artikel bahsinden çok çekmiş; Rusça öğrenmeye çalışırken yapmış bunu, ‘Dilde devrim yaptım, bütün artikelleri attım’ demiş. Fakat Almanlar bunu kabul etmeye yanaşmadılar, tıpkı Avrupa Birliği maceramızda olduğu gibi. Onlar almak istemiyor, biz girmek istemiyoruz ama bu memlekette bir bakanlığı var ve yüzlerce bürokrat çalışıyor orada. Böyle garip ülkeyiz.

İŞİN BİRAZ EDEBİYAT, SANAT VE SİYASET AYAĞINI ANLATMAYA ÇALIŞACAĞIM: Bana bu program geldiğinde sadakat bahsinde konuşacağımı görünce bunun bir şaka olabileceğini düşündüm. Hayatta gerçeklik hariç hiçbir şeye sadakat duymuş bir insan değilim. Onun için konuşmayı buradan alayım, bakalım nerelere gelecek. Faşistler tarafından 70’li yılların sonunda katledilen Bedrettin Cömert, Sanatın Tarihi kitabının çevirini yapmıştı, hafızam bana oyun oynuyor olabilir, beni bağışlayın, orada ‘bir kunduracı bile sanat hakkında konuşurken mutlaka kunduracıca bir şeyler söylemeli’ diyordu. Ben de işin biraz edebiyat, sanat ve siyaset ayağını anlatmaya çalışacağım.

OTORİTENİN, EN MUHTAÇ OLDUĞU OLGU SADAKATTİR DERSEK YANLIŞ YAPMIŞ OLMAYIZ: Sadakat kendi başına çok bir şey ifade etmiyor. Başka kavramlarla anılmaya ihtiyacı var. Ya da başka kavramların kendilerini tarif ederken vazgeçemedikleri üç, beş demirbaş kavramdan birisi ve bunların en başta geleni otoriterlik ve otorite. Otoritenin, en muhtaç olduğu olgu sadakattir dersek yanlış yapmış olmayız. Tüm enerjisini bizleri sadakat içerisinde tutmaya harcar. Resmî ideolojiye, kutsallara, tabulara, babaya, krala, devlete, sınırlara, geleneklere, örf ve adetlere böyle uzar gider bu liste. Tarihin başlangıcından beri de böyledir.

TANRIYLA ŞEYTAN BİR OLUYORLAR, EYÜP PEYGAMBERİ SADAKATLE SINIYORLAR: Burada Türk Ceza Kanunu’nun 301’inci maddesi devreye giriyor. Bir kutsala laf etmeden bakalım bir cümle kurmayı becerecek miyim? Tarihin en eski zamanına gidiyoruz, tanrı ile şeytan bir olmuşlar, Eyüp Peygamberi sadakatle sınamışlar. Bu ülkede buradan birçok koruşturma, ceza, hapis, kutsala hakaret… Hepsi bak sadık davranmamayla ilgili şeyler. Tanrıyla şeytan bir oluyorlar, peygamberi sadakatle sınıyorlar, dünyanın çilesini çektiriyorlar.

BU ACIYA KARŞI ERMENİ HALKINDAN BAHSEDECEĞİM: Bu toprakların yaşadığı en büyük acılardan birine değineceğim, bu acıya karşı Ermeni halkından bahsedeceğim. Bu acıya karşı resmi tarihin savunması çok ilginçtir. Sadakatle başlıyor. İki kelime hepiniz hatırlayacaksınız. Milleti sadık-a. Ermeniler, o tarihe kadar, kıyıma, yıkıma, büyük acılara, tehcire uğrayana kadar sadık millet olarak anılıyor. Sıdk ile hizmet ettikleri zaman iyiydi, onlar sadakati bıraktılar, dolayısıyla başlarına gelenleri hak ettiler. Bakın otorite, sadakate ne kadar muhtaç. Bu iki kelimeyle onların efendileri olmuş oluyoruz, bunu söylemeden, onlar da bizim sadık hizmetkarlarımız. Hemen bir görev tarifi oluyor. Hiyerarşinin de en muhtaç olduğu şey sadakattir. Eğer sadakat ilişkisini tesis edemezse hiyerarşi olamaz.

FİLMİN SONUNDA ONLAR YAŞAMAZLAR. ÖYLE BİR FİLM TÜRKİYE’DE FİNAL YAPAMAZ: Sinemamızda köy filmleri diye anılan filmler; kadın, zorba ağanın ya da tırnak içinde kahpe Bizans’ın tecavüzüne uğrar. O şartlarda bile herkes beni bağışlasın başka türlü ifade etmek mümkün değil, özür dileyerek söylüyorum ilk yediği damga ‘orospu’ damgasıdır. Ve hiçbir ‘orospu’ da filmin sonunu göremez. Filmin sonunda onlar yaşamazlar. Öyle bir film Türkiye’de final yapamaz. O bir an önce kurtulması gereken bir şeydir tıpkı gerçek hayattaki kadın cinayetleri gibi. Üstelik bu erkek egemen bakış her gün yeniden üretilerek dolaşıma sokulmaktadır. Masum zannedilen cahillikle açıklanmaya çalışılan ya da yönetenin ya da yazanın ne kadar iyi niyetli olduğuyla geçiştirilmeye çalışılan şeyler aslında bu stereo tipi her gün hayatımıza sokuyor. Sadakat için bir şey daha söylememiz lazım. Erkeklik ideolojisinin de en çok muhtaç olduğu şeydir. Ve arsızca her gün üzerinde tepinir. Dolayısıyla sadakat buraya kadar pek matah bir şeye benzemiyor.  

ATATÜRK, ‘YURTTA SULH, CİHANDA SULH’ DİYEREK BİR BARIŞ MESAJI VERMEMİŞ ASLINDA: Dün geldim bu kente. Gündoğdu Meydanı’ndaydım. Nevruz kutlandı. Orada konuşmacı olarak yer aldım. Sadakat bahsinden oraya gitmesek ayıp olur. İzmir İktisat Kongresi’ne önce bir değinmek lazım. İzmir İktisat Kongresi, ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ sözünün ilk ya da ikinci sarf edildiği yer. Tarihçi değilim, farklı yorumlar var. Misak-ı Milli’den daha azına razı olunmuş ve bütün batıya biz sizin Orta Doğu’daki hesaplarınızla ilgili değiliz denmiş. Atatürk, ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ diyerek bir barış mesajı vermemiş aslında. Bu benim fikrim. Yani sizin oradaki hesabınızla biz ilgili değiliz, Osmanlı’dan elimizde kalan bu bakiye ile kendi yağımızda kavrulacağız demiş ve bunun karşılığında yüz yıllık bir avans almıştır. Biz de ülkeyi bu yüzyıl o lafla buraya getirmişiz.

ORTADOĞU’DAKİ BÜTÜN HALKLARIN KUTSAL SAYDIĞI BİR BAYRAMDA KONUŞMACIYDIM: Başlangıçtaki biz kavramı giderek teke indirgenmiş. Teke indirgenmek için de mutlaka o bizin dışında kalanların bir ya da bir kısmının düşmanlaştırılması gerekir. Hayatın doğası bu. Bu da yapılmış. Ben ötekileştirilen bir kesimin çok değer verdiği Ortadoğu’daki bütün halkların kutsal saydığı bir bayramda konuşmacıydım. Ama Türkiye’de kısa bir resmi tarihi var. Onu söylemek istiyorum. Önce zinhar yasaktı. Kürt yoktu, yasaktı. Dağda yürürken kart kurt. Sonra Nevruz diye bir bayramları yoktu. Asurlu kral yoktu. Demirci Kava yoktu efsanedeki. Sonra Nevruz olabilir dediler, çünkü 91 ve 92 yılında 31 kişi ile 94 kişi yanılmıyorsam Nevruz kutlamaları sırasında hedef gözetmeksizin açılan ateş sonucu katledildiler bayram kutlarken.

ETKİSİ VE GÜCÜ GÖRÜNENİN ÇOK ÖTESİNDE BİR BAŞLANGIÇ YAPTIĞINI DÜŞÜNÜYORUM: Sadakat, sınırlara ihtiyaç duyar. Sınırlar çizer. Mademki çizilebilen bir şey o halde silinebilen bir şey olarak da görebiliriz sınırları. Ben İzmir Belediyesi’nin gerçekten bu çok nitelikli adımını bir kendi vadisini oluşturma ve o vadiden akma ve bunun yönlendiriciliğinin bütün ülkeye yayılması, giderek bütün bölgesel bir hüviyet kazanması, çünkü biz düşman ihtiyacı içeride bitti mi hemen komşularımıza sarmakla biliniriz, burada İzmir halkına, başkanına, yöneticilerine çok iş düşüyor. Etkisi ve gücü görünenin çok ötesinde bir başlangıç yaptığını düşünüyorum Sayın Tunç Soyer’in ve bütün katkı sağlayan arkadaşların.”

 (ANKA)