SONU BELİRSİZ
YOLDA...
Sonunda yenildik ama
savaştık. Birlikte savaştığım Türkler, vurdumduymaz "demokrasi"
maskelilerin açık-gizli ihanetiyle kahırlandılar. Kahırları onları içten vurdu
ve dünyamdan ayırdılar: kanser, yorgun kalp hastalıkları ve sonunda
yönetenlerin hatalarından yararlanan Çin virüsü.
Orada burada şöhret
aramadan; sessizce çalıştılar, sessizce savaştılar. Onlarla birlikte yaptık ne
yaptıysak. Yalnızlık bir duygu değilmiş; çünkü hiçbir savaşımın tek başına
sürdürülemeyeceği gerçeğinin sonucuymuş; çünkü onlarını yerini kimseler almadı.
Son Efe Türk
Atası'nın Asker Makbule'si ve Asker Şerife'sinin onurlarına yakışır savaşımı kesintisiz
sürdürmekti bizimkisi. Ölmeyi göze almayanların onurlarını her an pazara
çıkarabildiklerini biliyorduk.
Elbette bir bedeli
olacaktı sonunda utkuya ulaşılamayacağını bile bile savaşmanın.
Şimdi sonu bilinmeyen
yola çıkma zamanı!
Sizi kan uykulardan
uyandrımayacağını bilsem de uyarıyorum:
Gün olur bir genç kızımız
Makbule ya da Şerife olur
Şöhret hastalığına
kapılmaz
Savaşımın can bedeli
olduğunu bilerek yola çıkar
Belki yakında ve
belki de çok çok uzun yılların ardından...
Binlerce yıl önce koptuğumuz
Kongurey taygalarında.
İstiklal Yolunda "Asker"
Şerife
Alan gösterileri,
yürüyüşler, topluca alıp dağıttığı kitaplar, izlediği TV programları ve giderek
zifirileşen karanlık, teslim edilen adalar-deniz hakları...
Bıkkındı;
"Nerede o çılgın Türkler?" diye soruyordu.
"Bir kitaba
konulan ticari ad! İngiliz subayının yakıştırma sözü: Those crazy Turks!"
diyecektim ki caydım; çünkü "biliyorum" demek yerine
"inandım" diyenle tartışılmaz!
Kumandan'ın
Atatürk'ün "cinnet-çılgınlık" sıfatına tepkisini anımsattım:
Büyük taarruz
yakındı. Mecliste ateşli konuşmalar birbirini izliyordu. Hamdullah Suphi
Bey (Tanrıöver), bağımsızlık savaşını değerlendirirken “mukaddes cinnet”
diyordu. [Türkçesiyle “kutsal çılgınlık.”]
Başkumandan
yanındakine “Ne diyor bu?” dedi ve oturduğu sıradan doğrularak “Ne cinneti?
Millî mücadele hesap işidir, hesap!” diye bağırdı. [Türkçesiyle
yazarsak “Ne çılgınlığı? Ulusal savaşım hesap işidir, hesap!” ].
Dalıp giden
arkadaşımı, anılarımla Ağustos 1969'a, İnebolu'nun deniz kıyısındaki İlişi
köyüne götürdüm. İlişi, Karadeniz kıyısında Türklerin yerleştiği en eski
yerlerdendi.
Tek kollu Denizci ve
İlişili Hatice
İlişi'ndeki koca
çınarın altında rastladım tek kollu denizciye. Önündeki küçük masaya sıralanan 10-15
bardaktaki koyu çayı, tek atarcasına bir yudumda içiyordu. İstanbul'dan kaçırılan
top mermilerini, cephane sandıklarını Küre dağlarını aşarak Kastamonu Kışlası’na
ulaştıran kadınların kağnı kolunu ve Şerife'yi hikaye etti.
Bir an susup denizin
ufuklarına dalıyor, mavi gözlerindeki ıslak pırıltıyı ayrımsayınca benim de
burnum sızlıyor, gözlerim yanıyor. Sonunda yavaşça doğruldu, son bardağı da bir
dikişte boşaltarak sessizce uzaklaştı.
Aklım karışmıştı,
yükseklere çıkmalıydım. Su değirmenini dönünce tepeye uzanan yokuşta o genç
kadını gördüm: Sırtına sardığı bebeği, sol elinde değneği, hafif öne eğilerek
yürüyordu. Yaklaştım, başını şöyle bir çevirip gülümsedi. Ona yoldaş
oldum bayırda. Adı Hatice'ydi. Kocası Almanya'ya işçi gitmişti. Köyünün
dertlerini, güzelliklerini anlatıyordu.
Tepenin az
berisindeki çeşmeye varmıştık. Bebeğini kucağına aldı, ıslak eliyle onun alnını
okşadı. Bebeği yeniden sırtına bağlarken yeşil gözlerini kısıp bana baktı;
yazmasından alnına düşen kumral perçemi bir baş hareketiyle geriye attı;
"Kal sağlıcakla" dedi, "köyüm tepenin ardında." Sırtında bebeğiyle yitip giden Hatice'nin
arkasından bakarken Denizcinin hikaye ettiği Şerife'yi ve bebeğini görür gibi
oldum.
İstiklal Yolundaki Bebek
Halife Sultan'ın
sivil kılıklı muhbirlerini atlatarak İstanbul'da gizlice boşaltılan depolardan
ya da örtülü şirketler aracılığıyla alınan silahlar, cephane Karadeniz’den
geçirilip İnebolu limanının açıklarına taşınıyordu. Gözü kara kayıkçılar da
dalgalarla boğuşarak cephaneyi kıyıya indiriyorlardı.
Balkanlarda, Kuzey
Afrika'da, Ortadoğu'da, Arabistan'da, Yemen'de, Mısır'da, Kafkaslarda,
Çanakkale'de süren savaşlardan geriye
kalan genç erkekler, yeni oluşturulan ulusal orduya katılmışlar; yörede
kadınlar, çocuklar, yaşlılar kalmıştı. Yaşlı gazilerin yönetiminde oluşturulan
kağnı kollarında yaşlı ya da genç kadınlar ayaza, kar fırtınasına aldırmadan
çıkıyorlardı İnebolu'dan yukarılara.
Yarı aç yorgun
öküzlerin çektiği top mermisi, cephane sandığı yüklü kağnılar, karlarda,
buzlarda günlerce taşınırken yaklaştıkça uzaklaşılıyordu Kastamonu.
Alımlı genç
kadınlardandı Satıköylü Şerife. Üç aylık kızı sırtında, mavzeri omzunda, kağnının
önü sıra yürüyordu. Daha bir yıl önce cepheye uğurladığı kocası aklına düştükçe
birden canlanıyordu. Geciktikçe cephelerde topçuların mermisiz kalmasından
endişeleniyor, yüreği sıkışıyordu. Bebeği kimi zaman ağlamasa onun varlığını
unutuveriyordu.
Dağlarının ayazı
dayanılır gibi değildi. Güneş, uzaklarda, soluk görünümüyle daha da üşüten
soluk dolunaydı. Beyaz ıssızlık tek tük kuşların kanat sesleriyle bozuluyor bir
an ve sonra yine ıssızlık...
Kağnılar yaylanın
düzünde durdular. Yaşlı Gazi, şöyle bir baktı ilerilere, gerilere, göğe;
“Karayel geliyor” dedi. Yorgun kadınlar, çömeldikleri yerden onun komutunu
bekliyorlardı.
Şerife, ağlayan
bebeğini kollarında iki yana sallaya sallaya yaklaştı öndeki kalabalığa. “Gazi
Dede” dedi, "Kışlaya varmaya ne kaldı şunun şurasında; kar bastırmadan
varırız belki."
Gazi bir şey
demedi; elini kısa ak saçlarında gezdirdi; bir kez daha düşüncelere daldı.
Ninelerden biri "Burada geceleyemeyiz de hani!” dedi.
Gazi, üvendiresini
kağnısının önündeki kara öküze doğru sallayarak "Hadi hayırlısı! Akşama
varmaz, kışlaya kavuşuruz” diye bağırdı. Doğruldu yaşlı-genç kadınlar,
nodulladılar öküzlerini. Issızlık, kağnı tekerlerinin altında çatırdayan buz
sesiyle, kara katranla yağlanmış teker mili yuvalarından dalga dalga yayılan
gıcırtılarla dağıldı.
Şerife, peştemalıyla
boynuna astığı bebeğine meme verirken gerilerde kalmıştı. Kar tek, tek, pul,
pul dökülmeye başlayınca yorganı iyice örttü araları samanla pekiştirilmiş
mermilerin üstüne. Bebeğini de bir çul parçasına sararak sırtına bağladı.
Öküzleri yaklaşan
karayeli sezinlemişler; yoldan ayrılıp ağaçların altına yöneliyorlardı. Şerife,
öne geçip kağnının okunu yola doğru çekiştiriyordu. Uğraşıp didinirken karşıdan
savrulup gözlerine batan kar tanelerinden korunmak için başı önde güçlükle
ilerlerken tipi akşam karanlığına karıştı.
Yaylanın düzündeydi
artık. Biliyordu ki az kalmıştı Kastamonu’ya. Mermilerin üstündeki yorganı
açtı, cephane sandıklarını yana itti, bir parça saman yaydığı boşluğa bebeğini
yatırdı; birkaç kez “Ağlama anam, az kaldı varacağız kışlaya” diyerek yorganın
uçlarını kağnının ağaç kanatları arasına sıkıştırdı. Başörtüsünün bir ucunu
tutup başına dolayarak ağzını burnunu örttü; dizlerine yüklendi.
Tipi çevrelerinde
döneniyor; dura dura ilerliyordu öküzler. “Hiç olmazsa bir ağaç karaltısı görebileydim”
diye geçirdi içinden. Yelin uğultusuna çakalların ulumaları karışıyordu. Birkaç
kez önden gidenlerin duyabileceklerini umarak bağırdı; ama kendisi bile sesini
zor duyuyordu. Tüfek atmalıyıdı; ancak tüfeği doğrultacak gücü yoktu. Dipçiği
dirseğiyle böğrüne bastırdı. Donan parmağı kıvrılıp tetik yuvasına girmiyordu.
Tüfeği omzuna asmak
istedi, olmadı. Olduğu yere çömeldi. Bilinci gitgide bulanıyordu. Bir süre
dalıp gitti: Bahar gelivermişti birden: yaşlı koca anasıyla köyün
yamaçlarındaydılar. Uzaklarda bir bebek ağlıyordu kesik kesik.
Uğultuyla silkinerek
uyandı. Yorganın arkadaki ucu havalanmıştı. Eline yapışıp kalan tüfeğin namlusundan
kurtulmak için çömeldi, tüfeği yere dayadı; diziyle bastırdı; sol eliyle de
tutarak elini namludan çekip koparınca canı yandı; haykırmak istedi sesi
çıkmıyordu. Avucununu derisi yer yer kopmuştu.
Öküzün bacağına
sarılarak doğruldu, bir an soluklandı; öküze yaslanana yaslana ilerlemeye
çabalarken gücü tükendi. Üç adım daha atamıyordu bir türlü. Dizleri üstüne
çöktü; uyumak, sonsuza dek uyumak istiyordu. Yine uzaklara, sıcak bahar
günlerine gitmişti ki, bebeğin çığlıklarıyla doğruldu; yorganın uçuşan ucunu
yakaladı, kenara sıkıştırmaya çalıştı; başaramadı. Yorgan taka yelkeni gibi
şişiyordu. Son gücüyle yorgana asılıp kendisini üstüne attı. "Bebek üşümez
artık" diyerek gözlerini yumdu.
*
Kar fırtınasının
ardından, kağnı kolu ıssızlıkta sabahın ilk ışıklarıyla Kastamonu kışlasına
vardığında kadınların da gücü tükenmişti. Gerilere doğru bağırdılar, kulak
kabarttılar. Şerife'den ses yoktu. Dizleri çözüldü; donan karın üstüne çömelip kaldılar.
Kışla kapısına çıkan
Devrekanili Cemil Çavuş, Şerife'yi bulmak için koşarken birden duraladı; elini
gözlerine siper ederek uzakları taramaya başladı. Birden yüz, iki yüz adım
ilerde aklıkların ötesinde kara bir lekenin oynadığını görür gibi oldu.
Beşiktaşlı Rifat Çavuş’a seslendi.
Düşe kalka koştular
karaltıya. Kağnının öküzleri onları görünce yekindiler. Arkaya dolandılar.
Şerife'nin üstüne yığılan kar donmuştu. Güçlükle ayrıdılar onu altındaki yorgandan.
Şerife kaskatıydı: Kucaklayarak indirdiler. Kolları koşup gelen birini
kucaklamak ister gibi iki yana açıktı.
Şaşkınlık içindeydi
çavuşlar. Suriye’de, Filistin’de çok acılar yaşamışlardı; ancak buna yürekleri
dayanmazdı. Şerife’yi kucaklayıp kışlaya yönelmişlerdi ki, bebek ağlamasıyla
donup kaldılar. Cemil Çavuş kağnıya koştu; katılaşmış yorganı güçlükle
kaldırdı: İki küçük kara göz iyice açılmış, minik elindeki saman tutamını
ağzına götürmeye uğraşıyordu.
Çavuş nasırlı iri
elleriyle incitmekten korkarcasına özenle kaldırdı bebeği. Kır düşmüş
bıyıklarından damlayan gözyaşları çenesine süzülürken buzlanıp yaldızlanıyordu.
Rifat Çavuş da, kollarına aldığı kaskatı Şerife’yle ilerlerken sessizce
ağlıyordu. Ne Çanakkale’de, ne de Filistin cephesinde böylesine yanmştı
içi.
Kağnı birliğinin
kadınları doğrulmuşlar onları sessizce bekliyorlardı. Kolları kavuşmamış Şerife'yi
görünce donup kaldılar; yaşlılardan bazıları dizleri üstüne çöküp ağıt yakmaya
başladılar.
Askerler
kağnılardaki top mermilerini kışlaya taşırken kadınlar Şerife'yi bir kilime
sardılar. Kışlanın komutanı Osman Bey ve çavuşlar onu at arabasına özenle
yerleştirerek yorganı üstüne örttüler, havalnamasın diye uçlarını yanlara bağladılar. Komutan ve askerler esas duruşa
geçerek selamlayarak yolcu ettiler. At arabasını götüren iki asker öylesine
acılı, öylesine sessizdiler. Güneşin ışıklarıyla uçsuz bucaksız altına dönüşen
karlı düzlükte, Seydiler Bucağı’na doğru yitip gittiler.
İşin Aslı İşte Budur Arkadaş!
Şerife'nin
mermileri, fişekleri Ankara'ya, oradan cephelere ulaştı. Tüfek mermilerinden bazıları
da Ulus Dağı'nda, Kumandan Mustafa Kemal'in Akıncısı "Asker"
Makbule'ye kavuşmuştur belki.
İnebolu’dan
Kastamonu’ya giderken çevrene bakarsan Şerife’yi, İstiklal Yolunun karlı yamaçlarını
sabırla çıkan kağnı kolunu, kadınların ayak izlerinde filizlenen kardelenlerin
yapraklarında ışıldayan damlacıkları görebilir ve Şerife'nin bebeğinin
hıçkırıklarını duyabilirsen ödemen gereken “namus borcunu” çıkmamacasına aklına,
yüreğine yazarsın!
Belki de uzaktan
başkalarını çağırmakla yetinmezsin de bir-iki kişiye ulaşırsın; yükseklerdeki
çeşme başına dek birlikte çıkmanın, dağları, bozkırları aşıp öte yanda
çoğalmanın bir yolunu bulursun belki!
Çökelez Dağı, 21
Ağustos 2022 (Yeniden)