Ne kadar da doğru söylemiş Cahit Sıtkı, "Hangi resme baksam ben değilim, Yalandır kaygısız olduğum yalan".


      Ben de her güne, günüme bakıyorum garip değişim var.  Yazın sahillere, tatillere güneye memlekete gitmekten söz etmiyorum. Ya da giydiğim giysilere ya da artık zorunlu olmadıkça giymediğim ceketlerimin tek, iki, üç düğmeli ya da kruvaze ceketlerimden; büyüyen, küçülen ya da yuvarlaklaşan gömlek yakalarımdan da söz etmiyorum.


      Hele, her bir kaç yılda bir değişen araba modellerine ise hiç girmiyor, görmezlikten geliyorum ama hepsi de burnumun dibinde bitiyor rengarenk.  Tarihe not düşülsün diye de, Eylül 2021 ile Aralık 2021 arasında ki fiyatlarına ne diyeyim ki. Önceden işyerlerinde, bankada milyonerler vardı, şimdi yollardaki arabaları ile arabalı milyonerlerden geçilmiyor.


     Bir değişimden söz ediyorum ama pek içime sinmeyeninden.


    Bir yerlerde okudum 19 Ekim 2003'de kaybettiğimiz Aliya İzzetbegoviç, Bosnalı devlet adamı, bağımsız Bosna-Hersek'in ilk cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç ile ilgili olarak:


   Aliya, mütevazı evinde sadece emeklilik maaşıyla geçiniyordu. Son ânına kadar sade bir yaşam sürdü. Arkasından mal ve mülkler bırakan bir lider değil, halkına özgürlük kazandıran güzel bir devlet bıraktı diye.


    O en zor şartlarda bile adâletin üstünlüğünü esas alan bir ahlâk anlayışıyla düşmanları üzerinde bile, saygı uyandırmıştı... Asla, kin duygusuna kapılmayan; hep, iyiliğin ve ahlâkın, adâletin gerçekleşmesini gözetleyen bir fazilet timsali olarak parladı. Gizliliği, entrikayı sevmezdi. Açık ve şeffaf olmayı önerir, hesap vermekten kaçınmazdı. Makam ve mevki onun için inanç ve ideallerini gerçekleştirme yolunda bir amaç değil, bir araçtı. Eleştiriye açık, ancak haksızlığa tahammülü yoktu.

    Peki ya, bizler bu günleri yaşayanlar, yani yolun bile yolsuzluklara kurban edildiği, deli Dumrulları anımsatan işlerin, yasalara uydurularak yapıldığı, artık doların patlamasına kılıflar arasa da, "mızrağın çuvala sığmadığı" günleri görenler, sanki tüm ülke geçmişi hep böyleymiş gibi bir algı içine giriverdi.


    Mustafa Kemal Atatürk'ü bile ikiye ayırdılar. Ülke kurtaran kahraman "Gazi Mustafa Kemal";


   Ama onu asıl yurttaşları ve dünya gözünde değerli kılan Çağdaş ve Laik bir ülke kurmak için attığı devrimci adımları idi. Yani o, devrimlerinden dolayı "K. Atatürk" oldu.


     Bu ülkenin onurlu geçmişinde o, hep Gazi Mustafa Kemal Atatürk olarak kalacaktır. Kurtuluş Savaşı kahramanları İsmet İnönü, Kazım Karabekir, Kazım Özalp hatta Halide Edip'ler gibi yüzlerce isimsiz kahramanlar bulunmaktadır.


   Hepsinin derdi ülkeleri ve devletlerinin geleceği idi. "Ben" diye bir dertleri yoktu. Tıpkı, Bülent Ecevit, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve Ekibi, Kemal Nehrozoğlu, Bülent Serim, Alpaslan Nazlıoğlu oğlu gibi.


      Türkçemi çok seviyorum. Tıpkı Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın dediği gibi "Seslenir seni bana “Ova”m, “Dağ’ım,/ Nere gitsem bulur beni arınmış./ Bir çağ ki akar ötelere,/ Bir ak... ki yüce atalar, bir al ... ki ulu oğullar,/ Türkçem, benim ses bayrağım".


   Evet Türkçem benim, soylu ses bayrağım.


   Laf, lafı açar dedikleri bu olsa gerek. "Soy, soylu" ve "soysuz".


   Bu kadar soy ve soyluluktan sonra, bugünlere nasıl gelinir ki, elbette ki "yozlaşarak". Evet, aynen yozlaşarak geldik bu günlere.


   "Dindar ve Kindar" nesil ile geldiğimiz nokta, eli kılıç ile adam, kadın kesen yaratıklar yarattık. Niçin? Bunların hesabını kim verecek?


    Televizyonlarda sıradan Anadolu insanı gibi görünen yaratıklar çoğaldı. Askerde şehit olan, iş için gittiği yerde ölen gencecik adamların kadınları, bir daha başka erkeğe bile yan bakmadılar. Ömürlerinin sonuna kadar, çoluğu, çocuğu ile yokluk ve yoksulluk içinde ama arları, namusları ile yaşayıp gittiler.


     Önce bireyler teker teker gittiler. Memur ise, ülke yönetiminin en tepesindekilerce cesaretlendirildiler ve iş "benim memurum işini bilir"e kadar gitti.


    Sonra aileler savruldu. Kimin eli kimin cebinde belli değil artık. Sorun kimin kimin ile yatmasının, kalmasının da ötesinde, bunun bir yaşam biçimi halinde algılanması ve yaşanması.


   İşte buna da "yozlaşma" deniliyor.


   Yozlaşa yozlaşa öyle bir noktaya geliniyor ki, işte o zaman da iş iştrn geçip öyle bir dayanıyor ki, sonunda da "soysuzlaşma" başlıyor.


   Oysa bu toplum, Dağ ile uğraşa uğraşa tarlalar, bağlar; taş ile uğraşa uğraşa uğraşa damlar, heykeller; tahtayla uğraşa uğraşa kaşıklar, senekler yaptılar, üşüyünce de odun yapıp adabıyla yaktılar.


    Herkes kendi yoğunluğu içinde çabalayıp duruyor ama kişinin kendini kurtarması diye bir şey yoktur. İnsan, tek kişilik varlık olmaktan çıkalı milyon yıllar oldu. Artık İnsan, toplumsal bir varlık. Bunu yok sayamayız. Birimiz bozulursa, bu hepimize yansır, bulaşır.


    O yüzden, insan olarak, insanlık olarak, şoklanarak, titreyerek kendimize bir dönsek mi?


    Bu yozlaşmaya daha fazla izin verirsek, ne ahlak, ne etik, ne ar, ne de namus kalır. Gelenek, görenek, görgü, terbiye ve ahlak, çevrenin sizi yonttuğu bir olgudur. Yaşadığınız çevrenin sizi siz yapacağı doğru değildir. İçinde yetiştiğiniz çevre sizi “siz” yapmaz, sadece “onlardan biri” yapar ki, o kadar. O yüzden kutsal kitaplar bile, kişileri gütmeyi değil de, gözetmeyi yeğlerler.


   Siz bakmayın uygulamalara, onlar aslında "sürü olmayın, birey olun" derler ama, bir de sürü psikolojisi var ki, gel de çık işin içinden.


    Bu yüzden, bu yozlaşmanın farkına vararak yozlaşmanın önüne geçip, birey ve kişilik sahibi olup, dik durmayı ve kendimize güvenmeyi öğrenmemiz, aileden toplumun bütün bireylerine kadar herkesi uyarmamız gerek.


    Öyle kıyılarda durup, ufkun ötesine bakarak, ileriyi, sonsuzluğu görmeyiz, artık hepimizin bulunduğumuz sahillerden açılıp, denizleri, okyanusları, ufkumuzun ötesine bakalım hatta gidelim.