“Yaşamın trajedisi, yaşarken bir insanın içinde ölen şeylerdir” diyor Albert Schweitzer.
İnsan yaşarken ölür mü? Aslında içindeki ışığı kaybetmişse ölür!
Çünkü yaşarken ölmek; onca kalabalığın içinde yalnız kalmaktır! En sevdiğin, en güvendiğin insanların seni terk etmesidir!
Yaşarken ölmek; senin çektiğin acıyı görmezden gelenlere, sesini duyuramamaktır. Sevgisiz, duyarsız, acımasız insanların arasında, umarsız ve çaresiz olmaktır!
Yaşarken ölmek; ne kadar çabalarsan çabala, hep başarısız olmak, hep yoksul ve yoksun kalmaktır! Daha da kötüsü, yaşarken ölmek, yaşamaktan korkmak, yaşamayı bilmemektir!
Bazen hayat aniden yorar insanı! Sevmek yorar, kaybetmek yorar, öfkelenmek, hoş görmek, affetmek, acı çekmek ve hep konuşmak yorar. Can eskir içinizde! Ve insan susar! İçindeki sonbahar kışa döner! Buz keser duyguları insanın, soğur yaşamaktan ve çabalamaktan…Hayatın renkleri solar, umut biter, ışık gider ve yaşarken ölür insan!
İtiraf etmek gerekirse, hemen hemen her insan, hayatının zorlu bir döneminde, en azından bir kez, bu travmatik duyguları yaşamıştır. Ama kimi insan bunu atlatıp, yeniden hayata sarılırken, kimileri bunu başaramaz ve adeta “yaşarken ölür!”
Fakat, her şeye rağmen yaşamalı diyorum ben, hem de dolu dolu yaşamalı. Biricik hayatlarımızı, bize verilen bu kıymetli armağanı, yaşamak zorundayız çünkü…
Dünyaya gelmemizin de bir sebebi olmalı! Bence, hayata dair en güzel hayallerimizi gerçekleştirecek gücümüz, var olanı yaşatma isteğimiz, düşünce ayağa kalkacak cesaretimizle yaşamalıyız!
Tıpkı büyük şair Nazım Hikmet’in dediği gibi:
Yok öyle umutları yitirip,
Karanlıkta savrulmak.
Unutma; aynı gökyüzü altında,
Bir direniştir yaşamak…