Ankara'nın soğuk siyasi kulis, köşe ve dehlizlerinin yanında, sıcacık evleri, odaları, büroları da vardır, güzel insanlar ile süslü.

İçiniz ısınır, zihniniz açılır ve ufkunuz genişler. Bir başka insan olur çıkarsınız. İyi, güzel, sevecen, düşünen, üreten.

Hoş her köşesi böyle güzel midir, diyen olursa da, eh yani imalat hataları olduğu gibi, bozulma da evrenin ve evrimin bir kuralıdır. Önceleri kenar, kıyıdaydı ama şimdi artık köşe başlarını onlar tuttu.

Yine de, biz güzel şeylere bakalım.

2011'lerde çekimi yapılan bir Ankara filmi vardır, adı da pek hoştur. "Aşk Tesadüfleri Sever" diye. Güzel yerlerde tesadüfler de güzel olur, aşk gibi, sevgi gibi, güzel insanlar gibi.

İnsanlar ile güzel zamanlar paylaşmayı severim ama zamanlarını kısıtlamadan ve sıkmadan. Bu yüzden de dönem dönem telefon ile bir merhaba demek, benim açımdan da, çoğu zaman onlar açısından da çok hoş oluyor. Mutlu oluyoruz.

Geçenlerde ülke yönetiminde tesadüfen değil, eğitimi, bilgi birikimi ve deneyimi ile Bakanlık da yapmış bir Siyasi büyüğümü, daveti üzerine evinde ziyaret ettim.

Kış ayında Ankara güneşi, bahçe içerisinde ki evin penceresinden sıcak kalorifer peteklerinin üstünden sızarak odaya doluyordu.

Deneyimli siyasetçi ve devlet adamının nezaket ve içtenliği ise, insanın içini ısıtıyordu.

İki saate yakın sohbet bitmek bilmiyordu. Beni dinlemek istiyordu. Benden bir şeyler öğrenmek için değil, kendisince önemli gördüğü bir gencin heyacanına ortak olmak, ona umut ve moral vermek için.

Bunları görüp, yaşadıkça size mutluluğun tarifini yapamam.

Hani Nazım Hikmet, "Saman Sarısı" şiirinde Abidin Dino'ya sorar ya, “Bana mutluluğun resmini yapabilir misin?” diye, işte bu da tam bu. Bu mutluluğun resmi, işin kolayına kaçılarak yapılmaz. İçinde emek var, sevgi, güven ve bu ülke için bir şeyler yapma heyecanı var, her iki tarafta da.

Laf lafı açtı, güzel övücü, moral ve güven verici konuşmalardan sonra söz birden benim için de çok değerli bir isme geldi. Bu bir siyasi ve devlet adamı olan deneyimli büyüğüm, bana bir olay anlattı.

Ortak tanıdığımız, İstanbul'da doğup, büyür; Lise ve Üniversiteyi de orada bitirdikten sonra yolu, Ankara'ya, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesine düşer ve akademik yaşamına asistan olarak başlar.

Doktorasını, Doçentliğini ve profesörlüğünü de burada alırken, yurt içi ve yurt dışında da birçok eğitim programlarına da katılır.

Ekonomi bilimine önemli katkılarda bulunan Norveçli ekonomist Leif Johansen ile yolları 1970'lerde kesişir ve bir süre birlikte çalışırlar.

Bu arada da aydın sorumluluğu gereği 1975-1977 yılları arasında CHP Araştırma Bürosunun (Göreme Sokak) sorumluluğunu da üstlenir.

Ülke, 5 Haziran 1977 tarihinde genel seçime gidecektir. Dönemin CHP kurmayları ile Genel Başkan Bülent Ecevit seçim süreci ve kontenjan adayları için bir toplantı yaparlar ve genç akademisyen BİLSAY KURUÇ'A CHP'den kontenjan Milletvekilliği teklif ederler.

Listeler hazırlanmaktadır ve son bir kez daha gözden geçirilip Yüksek Seçim Kuruluna gönderilme aşamasında, Bilsay KURUÇ, Milletvekili olmak istemediğini ve listeye alınmamasını rica eder.

Israrlarcı olunur ama Bilsay Hoca dinlemez. Yerine kim mi, listeye konulur? Bir dönem CHP Genel Başkanlığı, TBMM Başkanlığı ve Yurtdışında görevlerde üstlenen bir değerli partili.

Milletvekilliği önerisini kabul etmeyen Bilsay Kuruç, bu kez Başbakan Bülent Ecevit tarafından 1978 yılında, Devlet Planlama Teşkilatına (DPT), Müsteşar olarak atanır.

Müsteşar olarak, DPT Uzmanları İle birlikte 4-6 Haziran 1978'de Gaziantep, Urfa, Mardin ve Diyarbakır yörelerinde yaptığı araştırma ve inceleme gezisinden döndükten sonra, gözlem ve düşüncelerini içeren bir "bilgi notu"nu 8 Haziran 1978'de Başbakan Bülent Ecevit'e sunar.

Bugünde geçerliliğini koruyan bilgi notunun bir maddesi şöyledir:

“Güneydoğu Anadolu’nun sorunları, bölgedeki her il için ayrı ayrı değil, tümü için ortak ve birbiriyle bağlantılı niteliktedir. Onun için, bölgenin sorunları her İl'e ayrı ayrı yönelen 'perakende' tutum yerine, bölgenin tümüne yönelen büyük çaplı bir yaklaşıma sahip olmakla çözülebilir. Bölgeyi tümden kapsamayan ve büyük çaplı olmayan yaklaşımlarla sürdürülecek politikalar ise, bölgenin doğal gelişmesine bırakılmasıyla sonuçlanacaktır. Böyle yapılırsa, bölge ve sorunları denetlenemez, bunlara çözüm getirilemez. Daha da ciddi bir sonuç olarak, sorunların büyümesi önlenemez”.

Bilsay Kuruç'un düne ilişkin düşünce ve önerileri bugün bile geçerliğini korurken;

Cumhuriyet Gazetesindeki köşesinden yazdıkları, iki kere dikkatli okunmalı ve ciddi bir devlet anlayışı ile dikkate alınmalıdır:

"1980-2000, siyasette parçalanmış bir dönemdi. Toplum gözünde siyaset, anlaşılmaz bir şey oldu. İki nokta dikkat çekicidir: Biri, devlet ve toplum aşamalarla, doğum sancıları sıklaşan kapitalizme teslim edilecektir. İkincisi, bu bir 'geçiş dönemi'dir. Kapitalizme teslimle birlikte ve iç içe “karşıdevrim zamanı”na geçiliyor. Karşıdevrim bunu iyi kavramıştır. Sınıfsal vesayetin tarihi ikramına şükran duyuyor! Cumhuriyetçilerin çoğunluğu kavramamıştır.

1980’i yapanların (sınıfsal vesayetin 'ikinci türevi' diyebiliriz!) ileriyi görme yeteneği ne kadardı? Yok gibi. Ama toplumu 'sessiz'e alarak karşıdevrim'in yolunu açtılar. Sonra, onları izleyerek gelenler ise “karşıdevrim zamanı”nı dört gözle bekliyorlardı."

Sayın Erol Çevikçe ve Sayın Bilsay Kuruç'un bu deneyim ve bilgi kokan her sözünün altının iki kere çizilmesinin gerektiğini düşünürüm.

Ülkemizde, git gide azalan yurtseverlik duygusu ve siyasi erdemlilik içerisinde, bu güzel ve özel insanların değeri ve önemi ne kadar anlaşılıyor, üzüntü ile merak ederim.