Geçen hafta alıp başımı "ellere gittim." Gezdim, gördüm ve geldim Angarama. Hemen siz de "ooo, keyfin bol olsun" diyeceksiniz de, tamam gezi güzeldi, gidilen yerlerin çoğu güzeldi ama o kadar.

Öncelikle bütün yolculuğu önce kendi arabam ile sonra uçak ile sonra programlanmış özel servis ve taksiler ile yaptım.

 

Boğaza nazır, ormanların içinde, yeşil ise yeşil, maviyse mavi keyifli yerlerdi gezip, yiyip içtiğim yerler.

Şimdi bunlar reklam bölümü idi.

 

"Atatürk" adı kazınsın diye, yok edilen Atatürk Havalimanı'nın yerine açılan, İstanbul'un boğazı için, "taaa, Cehennemin dibinde" denilecek bir yerde açılan havaalanına indi uçak.  Uçuşlar için sakin gün ve saatte olduğundan pek bir sorun yaşanmadı ve algılamadım.

 

Boğaza nazır turistik otelin müşterilerinin çoğu yabancı. Ya zengin orta doğu ve Afrikalı ya da eh işte, elinde ki üç beş dolarlar ile buraya gelip, keyif çatan suyun öteki yakası "Avrupalılar."

 

Hele gezdiğim yerlerde neredeyse Türkçe konuşacak kişi ile karşılaşmayacağım diye düşündüm. Yanından geçenlerin konuşma dilini anlamak için baya kulak kabarttım.

 

Uçakta havadan ülke topraklarına bakınca içim sızladı. Uçsuz bucaksız bozkır ve vaha gibi küçük yerler. Daha şimdiden, HES'ler, yağışlar sebebi ile su seviyesi azalmış dereler, çaylar.

 

Şehirlerin ormanlık, ağaçlık alanları talan edilmiş, ya "maden arama" ya da imara açılmış arsalar olarak, kupkuru metrelerce toprak parçası.

 

Ankara'nın bile çevresinde orta doğulu, Afrikalı, balkanlardan gelen sığınmacıların gettoları varken, şimdi de, şehirlerin göbeklerinde, "ucuz işgücü" olarak her türlü gelmelerine göz yumulan yabancılar.

Daha beş, on yıl önce gezerken keyiften öldüğüm yerlerde, bugün "kahırdan ölmek" hoş bir duygu değildi.

 

Ülke sele kapılmış toprak parçası gibi eriye eriye yok olup gidiyor.

 

En kötü olay savak çıksa bile, bu ülke topraklarında yaşayanları bir arada toplayacak değer sayısı neredeyse kalmamış gibi.

 

Bu ülkenin köşe taşları, eskisi gibi herkesi bir arada tutacak "Atatürk, Bayrak, İstiklal Marşı, Ezan" gibi değerler, yok artık. Herkesin bir kutsalı olmuş.

 

Boğaza nazır turistik otelin paralı müşterileri, sabah kahvaltısına kadınlı erkekli pijamaları ile gelecek kadar görgüsüz, çatal ve bıçak ortada iken, elleri ile "bandıra bandıra" yemek yiyenler.

 

Yanından geçen bayanların ayağına basmaları, çarpmaları ile "vakıa-ı adiyeden"/ sıradan olmuş artık.

Yıllarını bu devlet için vermiş bir "Kamu Görevlisi" olarak, kuruduğumuz devletin parça parça döküldüğünü ve yok edilişini;

 

Yıllardır aileden, okullardan, toplumdan ve hatta devletten aldığımı o terbiyenin hiçbir değerinin kalmadığını, kimsenin de umurunda olmadığını görmek, bizlerin çok üzgünüm ki, "Lale Devri Çocukları" olduğumuzu bir kere daha anımsattı.

 

Yani bizim aldığımız bütün eğitim, terbiye ne var ise bütün değerlerin hepsinin "güme gittiğini" görmek çok acı.

Burada siyasetin bu süreci çok iyi okuyamadığını, siyasetin ve demokrasinin sadece, milletvekili ve belediye başkanı seçmekten ibaret olduğunu sananların olduğu ülkenin yurttaşı ve bunların böyle olmaması gerek diye yırtınan aydını olmak ne acı.

 

Kim bu yazılanlardan ne anlar bilemem ama on, on beş yıl önce olsa bu program tadından yenmez;  gidilen, görülen cennet gibi olan bu yerlerin bu gün bu kadar çirkin, yürek burkan olması ne acı.

 

Hele hele Coronavirusün bir şekilde kontrol edildiği düşünülen bu günlerde, çok az kişinin o kadar özenine karşın, çoğu kişinin bu pervasız ve özensiz tavırlarının bir kaç ay içinde ülkeyi ne hale getireceğini görmemek için kör olmak gerek.

 

Her şey o kadar güzel olacakken, hemen hemen her şeyin bu kadar kötü olmasına ne diyeyim ki.

Üzüldüm, yurttaşlarım, ülkem adına. Kendim mi?

 

Dedim ya, bunun yaşla falan ilgisi tok, uçakta yanımda bir genç çocuktu vardı, özeni ona teşekkür etmemi gerektirecek kadar fazlaydı ama onun da bizim de, bu duyarlı anlayışlarında, o şarkıda ki "Lale Devri Çocukları" gibi, zamanımız geçmiş!

 

Ne acı!