Ne kadar da öyle önemli şeyler yapmaya alışmışız ya. Yazı yazacak isek, konu en
önemli şu olmalı. İş yapacak isek bu olmalı. Olmalı, olmalı. Yok kardeşim
olmamalı.
Toplantıya gidiyoruz, sorun, sorun, sorun.
Yolda gidiyoruz. Sorun, sorun, sorun.
Ne ye baksak sorun, ne etsek sorun, ne konuşsak sorun.
Haber gazete de sorun, TV'de de sorun.
Yolda yürüsek, etrafta dilenenler, bir karış surat ile dolananlar. Sorun, sorun
, sorun.
Bugün pazar, bir kaç işim ve programım vardı. Gitmem ve yapmam gereken. Onlara
gitmedim ve yapmadım. Oh be!..
Dışarıda hava eh işte güneşli sayılır. Hani, bu kadar sorunlu bir Ankara'ya çok
bile.
Nedense hep kendimi bir şeylere adanmış hissediyorum. O iş ya da Onun işi, bu
ya da bunun işi.
Seversek bile bile hep önceliğimiz karşımızda ki, sevdiğimiz!...
Alış veriş yapsak, sanki herkesin derdine bizim derman olmamız gerekirmiş gibi,
kazığı kendimize çeviriyoruz. Alıcı olarak bizim değil de, satıcının istediğini
yapıyoruz.
Bir arkadaşımızın görmediği hatta hiç bir zamanda bilmeyeceği bir sorununu
görsek bilsek, hissetsek, gidip ona maydanoz olup, bir de onun için, onun ile
kötü oluyoruz.
Bana ne kardeşim ya.
Evliya değilim, Enbiya değilim. Canı acıyacak ise acısın, yanacak ise de yansın
ya. Bana ne!...
Olandan sorumlu tut kendini, olacak olandan sorumlu tut kendini.
Yetti ya. Ne olacak ise zaten oluyor. Yırtınmanın bir alemi de yok.
Yırtındıklarımın keyfi, yerinde. Bana ne oluyor ki.
Böyle deyince aklıma bir fıkra
geldi.
Erzurumlunun bir İstanbul'a
gitmiş. Bağdat Caddesinde yürürken, önlerinden iki kadın gidiyor. Mevsim de
kış.
Erzurumlu, bakıyor ki kadının üstünde kürk. Yanına yaklaşınca bir hayvan
kafası, kadının boynuna dolanmış ve kafasından dişleri çıkacak ve kadını
ısıracak gibi.
"Bayan, bayan" diyor, Erzurumlu yerel şive ile..
Kadın şaşkın bir vaziyette Erzurumluya bakıyor.
"Ne var" diyor sert bir ses tonu ile.
Erzurumlu da kadına, "dalınıza godik* konmuş" diyor.
Kadın sert sert "sana ne " diyor ve yürüyor.
Erzurumlu da bozuntuya vermiyor ise de , "he ya, bana ne, gırtlarsa**,
gıtlasın" deyip yoluna devam ediyor.
Benimkisi de öyle, bana ne ya,
kim ne halt ediyor ise etsin. ne yapıyor ise de yapsın ya. Herkesin doğrucu
Davut'u ben miyim!.
Kimin sorunu var ya da olacak ise de olsun.
El alemin derdi tasası ile, kendine dert bulmam, bela bulmam şart mı? Salak
mıyım ya.
Erzurumlunun dediği gibi, "gırtlarda, gırtlasın!.." Değer, değmez
kimseler ile ya da kimseler için dert edinmek de neyime.
O be.
Gelim Nazım babaya.
Yazın adamı, edebiyatçı Vedat Günyol'un bir anısından anımsıyorum, "Bu gün
pazar" şirinin öyküsünü.
Nazım Hikmet hapistedir. Ve dostu Vedat Günyol uzun süredir görmediği Nazım'ı
ziyarete gider (hangi cezaevi araştırmadım ama bir öğrenir, yazarım) ve
Jandarmalar Nazım'ı bir gemi ile görüş yerine getirirler.
Vedat Günyol, gemiye Nazım'ın yanına giderken, Nazım bir den yere oturur ve bir
kağıda bir şeyler karalar. Sonra da Vedat Günyol'a verir. İşte Nazım Hikmetin O
şiiri.
"Bugün pazar,
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün
bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldamadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara
bu anda ne düşmek dalgalara
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben .....
bahtiyarım..."
*- Erzurum
yöresinde, kurt, canavar anlamında kullanılıyor.
**- Erzurum yöresinde, kurdun bir hayvanı boğazlaması.